Hacivat İle Karagöz Tarihi
1 sayfadaki 1 sayfası
Hacivat İle Karagöz Tarihi
ESKİDEN NASIL KARAGÖZ OYNATILIRDI
Kırk yıllık karagözcüyüm. Kahvelerde, bahçelerde, çadırlarda,
gazinolarda, sünnet düğünlerinde, okullarda, tiyatrolarda, radyolarda
binlerce defa karagöz oynattım. Birçok yavruları ve büyükleri de
kahkahalarla güldürdüm. İhtiyarlamadım,çünkü onlarla beraber ben de
güldüm.En zevkli karagöz oynattığım zamanlar Ramazan ayları idi. Çünkü
o aylarda-ne bileyim- seyirciler karagöz seyretmeye daha hazırlıklı
görünüyorlardı.
Kırk yıllık karagözcü olduğumu söylerken,kırk yıl önce nasıl
karagöz oynatıldığından da azıcık bahsedeyim diyorum.Hem
eğlenir,gülersiniz.
40 YIL ÖNCE
Bundan kırk yıl öncesinde, yani birinci dünya harbi başlamadan
önce İstanbul’un her semtinde birer hayâl perdesi kurulurdu.Ramazana
dört gün kala herkes yerlerini hazırlar,kış mevsimi ise kahvelerde ve
muntazam çadırlarda, yaz mevsimi ise hem kahvelerde hem de bahçelerde
tertibat alınırdı.Zaptiye nezaretine birer dilekçe verilir, dilekçeler
polis müdürlüğüne, oradan da polis merkezine ve oradan da karakollara
havale edilir,tahkikat başlardı. Karagöz oynatmak için zaptiyenin ileri
sürdüğü şartlar da şöyle:
1)Oyun yerleri cami, tekke ve mekteplere en az kırk metre uzakta olacaktır.
2)Bu yerleri tutanlar eshabı namustan olacak ve hiçbir suç ile mahkum bulunmayacak.
3)Karagözcünün elinde vesikası olacak.
Bu vesika Karagözcüye hükümetçe inceden inceye tahkikat
yapıldıktan sonra verilirdi.Benim vesikamda neler yazılı olduğunu
bilmek istermisiniz?
“Mevlevihane kapısı kurbinde Velet Karabaş mahallesinde Çarıkhane
sokağında 16 numaralı hanede mukim bâlâya fotoğrafı mevzu Ali Efendiye
edep ve terbiye dairesinde hikaye söylemek,meddahlık etmek ve hayâl
oynatmak için müsaade edildiğini nâtık işbu vesika itâ kılındı.“
2 Nisan 1340
Polis Müdürlüğü
Fakat bununla iş bitti mi bakalım?..Ne gezer!..Bir dilekçe de ait
olduğu Belediye Reisliğine verilecek...Haydi oraya taşınırdık.Orada da
şöyle tahkikat yapılırdı:
1)Karagöz oynatılan yer sıhhate muzır mıdır?
2)Yangın olduğu zaman kaçmak için iki kapısı var mıdır?
3)Yangın söndürmek için tertibat alınmış mıdır?
Bu tahkikat da tamamlanıp ruhsat tezkeresi (yerine göre 450,300
veya 150 kuruş mukabilinde) alındıktan sonra Karagöz (yahut o zamanki
tabiriyle hayâl) oynatmaya mezun olurduk.Ama bütün bu işler Ramazana on
gün kalıncaya kadar arkasını kovalamak suretiyle zor biterdi. Ha şunu
unuttum, Karagöz oynatmak için aldığımız izin tezkeresine para
verdikten sonra, Darülacezeye da aynı miktarda bir şey öderdik.Ama bunu
seve seve verirdik.Çünkü-takılmak gibi olmasın ama-bir çok
“hayâli“lerimiz, yani karagözcülerimiz gözlerini Darülacezede
kapamıştır.
Kırk yıllık karagözcüyüm. Kahvelerde, bahçelerde, çadırlarda,
gazinolarda, sünnet düğünlerinde, okullarda, tiyatrolarda, radyolarda
binlerce defa karagöz oynattım. Birçok yavruları ve büyükleri de
kahkahalarla güldürdüm. İhtiyarlamadım,çünkü onlarla beraber ben de
güldüm.En zevkli karagöz oynattığım zamanlar Ramazan ayları idi. Çünkü
o aylarda-ne bileyim- seyirciler karagöz seyretmeye daha hazırlıklı
görünüyorlardı.
Kırk yıllık karagözcü olduğumu söylerken,kırk yıl önce nasıl
karagöz oynatıldığından da azıcık bahsedeyim diyorum.Hem
eğlenir,gülersiniz.
40 YIL ÖNCE
Bundan kırk yıl öncesinde, yani birinci dünya harbi başlamadan
önce İstanbul’un her semtinde birer hayâl perdesi kurulurdu.Ramazana
dört gün kala herkes yerlerini hazırlar,kış mevsimi ise kahvelerde ve
muntazam çadırlarda, yaz mevsimi ise hem kahvelerde hem de bahçelerde
tertibat alınırdı.Zaptiye nezaretine birer dilekçe verilir, dilekçeler
polis müdürlüğüne, oradan da polis merkezine ve oradan da karakollara
havale edilir,tahkikat başlardı. Karagöz oynatmak için zaptiyenin ileri
sürdüğü şartlar da şöyle:
1)Oyun yerleri cami, tekke ve mekteplere en az kırk metre uzakta olacaktır.
2)Bu yerleri tutanlar eshabı namustan olacak ve hiçbir suç ile mahkum bulunmayacak.
3)Karagözcünün elinde vesikası olacak.
Bu vesika Karagözcüye hükümetçe inceden inceye tahkikat
yapıldıktan sonra verilirdi.Benim vesikamda neler yazılı olduğunu
bilmek istermisiniz?
“Mevlevihane kapısı kurbinde Velet Karabaş mahallesinde Çarıkhane
sokağında 16 numaralı hanede mukim bâlâya fotoğrafı mevzu Ali Efendiye
edep ve terbiye dairesinde hikaye söylemek,meddahlık etmek ve hayâl
oynatmak için müsaade edildiğini nâtık işbu vesika itâ kılındı.“
2 Nisan 1340
Polis Müdürlüğü
Fakat bununla iş bitti mi bakalım?..Ne gezer!..Bir dilekçe de ait
olduğu Belediye Reisliğine verilecek...Haydi oraya taşınırdık.Orada da
şöyle tahkikat yapılırdı:
1)Karagöz oynatılan yer sıhhate muzır mıdır?
2)Yangın olduğu zaman kaçmak için iki kapısı var mıdır?
3)Yangın söndürmek için tertibat alınmış mıdır?
Bu tahkikat da tamamlanıp ruhsat tezkeresi (yerine göre 450,300
veya 150 kuruş mukabilinde) alındıktan sonra Karagöz (yahut o zamanki
tabiriyle hayâl) oynatmaya mezun olurduk.Ama bütün bu işler Ramazana on
gün kalıncaya kadar arkasını kovalamak suretiyle zor biterdi. Ha şunu
unuttum, Karagöz oynatmak için aldığımız izin tezkeresine para
verdikten sonra, Darülacezeye da aynı miktarda bir şey öderdik.Ama bunu
seve seve verirdik.Çünkü-takılmak gibi olmasın ama-bir çok
“hayâli“lerimiz, yani karagözcülerimiz gözlerini Darülacezede
kapamıştır.
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
Büyük usta Hayâli Küçük Ali (Mehmet Muhittin Sevilen 1886-1974)
OYUNA HAZIRLIK
Şimdi gelelim, izin alıp yer tutulduktan sonraki
hazırlıklara..Artık neresi nasip olursa, kahve mi,çadır mı, kapısına
şöyle bir levha asılırdı:
“Hulülüyle müşerref olduğumuz Ramazan-ı şerifin birinci gecesinden
nihayetine kadar işbu mahallede Hayali-i şehir filan..efendi tarafından
Karagöz oynatılacağından teşrif buyuracak zevatı kiramın ezher cihet
memnun kalacakları bedihidir..
KARAGÖZ İLANLARI
Artık gelip geçenin, bilhassa babalarının elinden tutup tintin
dolaşan çocukların heyecanını tasavvur edebilirsiniz.Minarelerde
kandillerin yanması bekleniyor. Fırınlardan burcu burcu Ramazan
yumurtalı pidelerinin kokuları geliyor. Yağlı, susamlı simitler, cami
avlularında kurulmuş sergilerde erik, çilek, kayısı, portakal
reçelleri...Türlü pestiller,kangal kangal sucuklar, pastırmalar.Artık
Ramazan eni konu gelmiştir. Eğer müsaade ederseniz, size bundan kırk
yıl önce oynattığım bir Karagöz çadırının kapısındaki ilânımın da bir
örneğini vereyim.
Hayali-i Şehir Küçük Ali Efendi
BU GECE Saat 3 de
MANDIRA SAFASI
4 Perde
Balet Kantolar Çengi
1 perde 3 perde 1 perde
Perde aralarında ve perde açılmazdan evvel 5 kişilik Bir incesaz
tarafından icrayı âhenk edileceğinden Teşrife rağbet buyuracak erbab-ı
zevkin ezher cihet Memnun kalacakları bedihidir.
Hayâli Küçük Ali
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:140 Mart 1961
OYUNA HAZIRLIK
Şimdi gelelim, izin alıp yer tutulduktan sonraki
hazırlıklara..Artık neresi nasip olursa, kahve mi,çadır mı, kapısına
şöyle bir levha asılırdı:
“Hulülüyle müşerref olduğumuz Ramazan-ı şerifin birinci gecesinden
nihayetine kadar işbu mahallede Hayali-i şehir filan..efendi tarafından
Karagöz oynatılacağından teşrif buyuracak zevatı kiramın ezher cihet
memnun kalacakları bedihidir..
KARAGÖZ İLANLARI
Artık gelip geçenin, bilhassa babalarının elinden tutup tintin
dolaşan çocukların heyecanını tasavvur edebilirsiniz.Minarelerde
kandillerin yanması bekleniyor. Fırınlardan burcu burcu Ramazan
yumurtalı pidelerinin kokuları geliyor. Yağlı, susamlı simitler, cami
avlularında kurulmuş sergilerde erik, çilek, kayısı, portakal
reçelleri...Türlü pestiller,kangal kangal sucuklar, pastırmalar.Artık
Ramazan eni konu gelmiştir. Eğer müsaade ederseniz, size bundan kırk
yıl önce oynattığım bir Karagöz çadırının kapısındaki ilânımın da bir
örneğini vereyim.
Hayali-i Şehir Küçük Ali Efendi
BU GECE Saat 3 de
MANDIRA SAFASI
4 Perde
Balet Kantolar Çengi
1 perde 3 perde 1 perde
Perde aralarında ve perde açılmazdan evvel 5 kişilik Bir incesaz
tarafından icrayı âhenk edileceğinden Teşrife rağbet buyuracak erbab-ı
zevkin ezher cihet Memnun kalacakları bedihidir.
Hayâli Küçük Ali
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:140 Mart 1961
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
GÖLGE OYUNLARININ VE KARAGÖZÜN DOĞUŞU
Hayal oyunlarının menşei Hint’e, Ortaasya’ya, Çin’e ve Japonya’ya
kadar dayanmaktadır. Milattan sonra dördüncü yüzyılda Cava’lılar daha
sonraları da Moğol Türkleri tarafından bu oyunların oynatıldığı
kesinleşmiştir. Hayal oyunu Türklerin Ortaasya’dan göçleriyle beraber
her gittikleri yere yayılmıştır. 11. yüzyılda Anadolu’ya ayak basan
Türkler, aynı yüzyılda Mısır’a da hayal oyununu xxxxxürmüşlerdir.
Karagöz ve Hacıvat’ın başlarındaki serpuşların Kırgız ve Başkurt
başlıklarına benzediği Dr. Jakop tarafından tespit olunmuştur. Bazı
Selçuk namelerde Selçuk saraylarında hayal oynatıldığına ait kayıtlara
rastlanmaktadır. Şeyh Attar’ın Üstürname adlı yazmasında Cengiz Han’ın
oğullarından Oktay Han’ın huzurunda bir Türk’ün hayal oynattığını
kaydetmesi, bu oyunu Türklerin İran yoluyla Anadolu’ya da
getirdiklerini ispat edecek durumdadır. 15. yüzyılda Bursa ve
İstanbul’da hayal oynatıldığına dair pek çok eser mevcuttur. Daha sonra
16. ve 17. asırda hayal oyunu Karagöz adıyla memleketimizde yayılmış,
aynı zamanda Yunanistan, Yugoslavya, İtalya yoluyla İskandinavya
yarımadasına kadar geçmiştir. Karagöz’ün tesirleri halen Yunanistan,
Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya’da da yaşamaktadır.
Gölge oyunlarının doğuşu hakkında bir çok görüş mevcuttur. Çin’de
doğuşu hakkında şu neticeye varılmıştır. Camın henüz keşfedilmediği
zamanlarda Çin’de pencerelere kağıt yapıştırılırmış. Işık yakıldığı
zaman, içeride dolaşanların gölgeleri pencereye aksettiği için görülen
hareketler hayal oyununun bulunmasına müncer olmuştur. Grube’nin bir
eserine yazdığı takdim yazısında, Lavfer bu hususu ispat etmiştir.
İkinci görüşe istinaden Dr. Jakop, Çin gölgeleri, yani hayal ilk
defa milattan evvel 121 tarihinde Vu adındaki Çin imparatoru zamanında
ortaya çıkmıştır. İmparator Vu’ya ölen eşinin hasretini gidermek için
bir oyuncu, bir perde arkasında onun hayalini göstermiştir demekte ve
bu görüşü desteklemektedir.
"Türkiye’deki Karagöz oynatanların (Hâyalilerin) rivayetine göre,
hayal oyunu 14. asırda Şuştar (veya Küşter) şehrinden (İran'dan)
Bursa’ya muhaceret eden Şeyh Muhammed Küştâri tarafından icat
edilmiştir.Bursa Ulu caminin inşaasında çalışan iki işçi meşhur Hacivat
ile Karagözün nükteli sohbetleri ile diğer işçileri işten alıkoydukları
için, Sultan Orhan’ın gazabına uğramış ve Sultanın emriyle
öldürülmüşlerdir. Şeyh Küştâri, az bir müddet sonra pişman olan
Sultanı, ikisini de tasvir halinde perdede diriltmek suretiyle
teselliye çalışmış. Şeyh Küştâri hakiki yaşamış bir zattır. Bursa’da
medfundur. Hayal oyunlarının cereyan ettiği meydan (perde) Şeyh Küşteri
Meydanı diye anılır. Ve bir çok perde gazellerinde şeyhin ismi oyunun
mucidi olarak geçer".
İkinci rivayet ise Evliya Çelebi’ye dayanmaktadır.Selim Nüzhet
Gerçek, Evliya Çelebi’den şu iktibası yapmaktadır; Karagöz İstanbul
tekfuru Kostantin’in saisi idi. Edirne kurbündeki Kırkkiliseden bir
miri sahip kelam, ayyarı cihan kıptî idi.Adına Sofyozlu Karagöz Balî
Çelebi derlerdi, Tekfur Konstantin yılda bir kere Alaaddin Seçuki’ye
gönderdikte Hacivat ile Karagöz’ün birbiri ile mubahase ve
mücadelelerini o zamanın pehlivanları hayalî zıll’a koyup oynatırlardı.
Hacıvat ki Bursalı Hacı İvaz’dır.Selçukiler zamanında Yorkça Halil ismi
ile müsemma peyki resulullah idi.Efeoğulları namı ile ecdatları şöhret
bulmuştu.
Şimdiye kadar Karagöz hakkında yazılan eserlerde söylenebilen,
özet olarak yukarıdaki esaslara dayanmaktadır. Şurası muhakkaktır ki,
gölge oyunları Çin ve Ortaasya’dan Türkler vasıtası ile önce yakındoğu
ya ,daha sonra da Mısır’a ve Balkanlara getirilmiştir.
Ritter’in de dediği gibi Karagöz ve Hacıvat hayal perdesine
Anadolu’da girmiştir.Anadolu ve Türk tiplerinin en popüler şekilde
temsilcisi olan Karagöz ve Hacıvat iki ayrı şahsiyeti temsil eder.
Karagöz, pervasız, sade, açık kalpli olan halkın temsilcisidir. Hacıvat
tahsil görmüş, merasim ve teşrifata tabii, dalkavuk ruhlu, işinin
çıkarına bakan bir tiptir. Bunlardan başka Türk mahallesinin kadın,
erkek birçok tipleri bütün özellikleriyle bu perdede temsil edilir.
Karagöz oyunu, tek bir sanatkar tarafından bu tiplerin her biri sahneye
getirildikçe onların konuşma, şive ve huy taklitleri yapılarak nükteli
sözler sarf edilerek, arada aynı zamanda bir vaka yürütülerek oynatılır.
Karagöz’ün birde tasavvuf tarafı vardır. Hayal oyunları Osmanlılar
zamanında zıll-î hayal adı altında oynatılmış, daha sonra halk arasında
Karagöz oyunu haline inkilâp etmiştir. Mutasavvuflarca bütün yaşayanlar
ve eşya birer gölgedir, tanrının kudretli eli onları idare eder.Hepsi
gelip geçicidir. Bu hususa perde gazelleri de daima temas etmiştir.
Türk gölge oyununun Karagöz’ü ve Hacıvat’ı tamamen Türk’tür.
Esasen ne Evliya Çelebinin ne de başka iddialarda bulunanların aksini
ispat etmeleri bu güne kadar mümkün olmamıştır. Bu yerli, tipler
Ortaasyadan gölge oyunlarıyla birlikte gelen Türkler tarafından Osmanlı
devletinin kurulması sırasında doğmuştur.Halk, hiçbir şeyden
çekinmeyen, gözü kara, cesur ve gözünü budaktan sakınmayan halk
temsilcisine Kara göz(lü), okur yazar, Arapça ve Farsça’ya vâkıf olana
da Hacıvat (Hacı Evhat) adını vermiştir.
Karagöz oyunlarını oynatanlar her ne kadar dine bağlılıklarını
izhar etmişlerse de Müslümanların çalgı çalması ve oyun oynatması günah
sayıldığından, bu oyun daha ziyade Çingenelere oynattırılmış, onlar da
oyunların arasında ve başında bazı Çingenece sözler sarf etmişlerdir.Bu
husus, Karagöz’ün Çingene olduğunu değil, bilakis Türklüğünü teyit eder
mahiyettedir.
İhsan HINÇER
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:119 Haziran 1959
Hayal oyunlarının menşei Hint’e, Ortaasya’ya, Çin’e ve Japonya’ya
kadar dayanmaktadır. Milattan sonra dördüncü yüzyılda Cava’lılar daha
sonraları da Moğol Türkleri tarafından bu oyunların oynatıldığı
kesinleşmiştir. Hayal oyunu Türklerin Ortaasya’dan göçleriyle beraber
her gittikleri yere yayılmıştır. 11. yüzyılda Anadolu’ya ayak basan
Türkler, aynı yüzyılda Mısır’a da hayal oyununu xxxxxürmüşlerdir.
Karagöz ve Hacıvat’ın başlarındaki serpuşların Kırgız ve Başkurt
başlıklarına benzediği Dr. Jakop tarafından tespit olunmuştur. Bazı
Selçuk namelerde Selçuk saraylarında hayal oynatıldığına ait kayıtlara
rastlanmaktadır. Şeyh Attar’ın Üstürname adlı yazmasında Cengiz Han’ın
oğullarından Oktay Han’ın huzurunda bir Türk’ün hayal oynattığını
kaydetmesi, bu oyunu Türklerin İran yoluyla Anadolu’ya da
getirdiklerini ispat edecek durumdadır. 15. yüzyılda Bursa ve
İstanbul’da hayal oynatıldığına dair pek çok eser mevcuttur. Daha sonra
16. ve 17. asırda hayal oyunu Karagöz adıyla memleketimizde yayılmış,
aynı zamanda Yunanistan, Yugoslavya, İtalya yoluyla İskandinavya
yarımadasına kadar geçmiştir. Karagöz’ün tesirleri halen Yunanistan,
Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya’da da yaşamaktadır.
Gölge oyunlarının doğuşu hakkında bir çok görüş mevcuttur. Çin’de
doğuşu hakkında şu neticeye varılmıştır. Camın henüz keşfedilmediği
zamanlarda Çin’de pencerelere kağıt yapıştırılırmış. Işık yakıldığı
zaman, içeride dolaşanların gölgeleri pencereye aksettiği için görülen
hareketler hayal oyununun bulunmasına müncer olmuştur. Grube’nin bir
eserine yazdığı takdim yazısında, Lavfer bu hususu ispat etmiştir.
İkinci görüşe istinaden Dr. Jakop, Çin gölgeleri, yani hayal ilk
defa milattan evvel 121 tarihinde Vu adındaki Çin imparatoru zamanında
ortaya çıkmıştır. İmparator Vu’ya ölen eşinin hasretini gidermek için
bir oyuncu, bir perde arkasında onun hayalini göstermiştir demekte ve
bu görüşü desteklemektedir.
"Türkiye’deki Karagöz oynatanların (Hâyalilerin) rivayetine göre,
hayal oyunu 14. asırda Şuştar (veya Küşter) şehrinden (İran'dan)
Bursa’ya muhaceret eden Şeyh Muhammed Küştâri tarafından icat
edilmiştir.Bursa Ulu caminin inşaasında çalışan iki işçi meşhur Hacivat
ile Karagözün nükteli sohbetleri ile diğer işçileri işten alıkoydukları
için, Sultan Orhan’ın gazabına uğramış ve Sultanın emriyle
öldürülmüşlerdir. Şeyh Küştâri, az bir müddet sonra pişman olan
Sultanı, ikisini de tasvir halinde perdede diriltmek suretiyle
teselliye çalışmış. Şeyh Küştâri hakiki yaşamış bir zattır. Bursa’da
medfundur. Hayal oyunlarının cereyan ettiği meydan (perde) Şeyh Küşteri
Meydanı diye anılır. Ve bir çok perde gazellerinde şeyhin ismi oyunun
mucidi olarak geçer".
İkinci rivayet ise Evliya Çelebi’ye dayanmaktadır.Selim Nüzhet
Gerçek, Evliya Çelebi’den şu iktibası yapmaktadır; Karagöz İstanbul
tekfuru Kostantin’in saisi idi. Edirne kurbündeki Kırkkiliseden bir
miri sahip kelam, ayyarı cihan kıptî idi.Adına Sofyozlu Karagöz Balî
Çelebi derlerdi, Tekfur Konstantin yılda bir kere Alaaddin Seçuki’ye
gönderdikte Hacivat ile Karagöz’ün birbiri ile mubahase ve
mücadelelerini o zamanın pehlivanları hayalî zıll’a koyup oynatırlardı.
Hacıvat ki Bursalı Hacı İvaz’dır.Selçukiler zamanında Yorkça Halil ismi
ile müsemma peyki resulullah idi.Efeoğulları namı ile ecdatları şöhret
bulmuştu.
Şimdiye kadar Karagöz hakkında yazılan eserlerde söylenebilen,
özet olarak yukarıdaki esaslara dayanmaktadır. Şurası muhakkaktır ki,
gölge oyunları Çin ve Ortaasya’dan Türkler vasıtası ile önce yakındoğu
ya ,daha sonra da Mısır’a ve Balkanlara getirilmiştir.
Ritter’in de dediği gibi Karagöz ve Hacıvat hayal perdesine
Anadolu’da girmiştir.Anadolu ve Türk tiplerinin en popüler şekilde
temsilcisi olan Karagöz ve Hacıvat iki ayrı şahsiyeti temsil eder.
Karagöz, pervasız, sade, açık kalpli olan halkın temsilcisidir. Hacıvat
tahsil görmüş, merasim ve teşrifata tabii, dalkavuk ruhlu, işinin
çıkarına bakan bir tiptir. Bunlardan başka Türk mahallesinin kadın,
erkek birçok tipleri bütün özellikleriyle bu perdede temsil edilir.
Karagöz oyunu, tek bir sanatkar tarafından bu tiplerin her biri sahneye
getirildikçe onların konuşma, şive ve huy taklitleri yapılarak nükteli
sözler sarf edilerek, arada aynı zamanda bir vaka yürütülerek oynatılır.
Karagöz’ün birde tasavvuf tarafı vardır. Hayal oyunları Osmanlılar
zamanında zıll-î hayal adı altında oynatılmış, daha sonra halk arasında
Karagöz oyunu haline inkilâp etmiştir. Mutasavvuflarca bütün yaşayanlar
ve eşya birer gölgedir, tanrının kudretli eli onları idare eder.Hepsi
gelip geçicidir. Bu hususa perde gazelleri de daima temas etmiştir.
Türk gölge oyununun Karagöz’ü ve Hacıvat’ı tamamen Türk’tür.
Esasen ne Evliya Çelebinin ne de başka iddialarda bulunanların aksini
ispat etmeleri bu güne kadar mümkün olmamıştır. Bu yerli, tipler
Ortaasyadan gölge oyunlarıyla birlikte gelen Türkler tarafından Osmanlı
devletinin kurulması sırasında doğmuştur.Halk, hiçbir şeyden
çekinmeyen, gözü kara, cesur ve gözünü budaktan sakınmayan halk
temsilcisine Kara göz(lü), okur yazar, Arapça ve Farsça’ya vâkıf olana
da Hacıvat (Hacı Evhat) adını vermiştir.
Karagöz oyunlarını oynatanlar her ne kadar dine bağlılıklarını
izhar etmişlerse de Müslümanların çalgı çalması ve oyun oynatması günah
sayıldığından, bu oyun daha ziyade Çingenelere oynattırılmış, onlar da
oyunların arasında ve başında bazı Çingenece sözler sarf etmişlerdir.Bu
husus, Karagöz’ün Çingene olduğunu değil, bilakis Türklüğünü teyit eder
mahiyettedir.
İhsan HINÇER
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:119 Haziran 1959
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
Hacivatın Hüznü (Hakan Poyraz)
Biz bir zıll-i hayaldik, hayal-i sitarede.
Çubuğumuz başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk.
Önce sen kayboldun; bir kayboldun, pir kayboldun.
Ara ki bulasın?
Ama asıl ben?.
Ben öyle bir kayboldum ki sorma gitsin Hacivatım.
Sen sensin Hacı cav cav,sen sensin hâlâ...
Ama sor, ben ben miyim?
Gölgelerin gücü adına!!!
Güç kimde Hacivatım?.
Gölgen kadar güçlü müsün?
Hacivatım, hacı cav cav!
“Karagözüm, kaşı karam, gözü karam, gönül pârem, pâregözüm, nerdesin huu?”
“Sensiz hayal perdesi yıkık, cânım, canânım, can gözüm Karagözüm!
Direklerarası harap, canan olmayınca... Direklerarası tavan arası.
Tavandan tabana düştüm, battı gitti suretim! Direklerarası viran...
Direklerarası, yürekler arası. Benimki yürek yarası cananım, cancanım,
pare pare oldu canım. Gözümün akı, gönlümün yarası Akgözüm, Karagözüm.
Yandı, viran oldu, yıkıldı perdem, suya düştü suretim... Gayrı ne
yurdum kaldı ne yerim.
Durmaz bu viranede, bu salhanede gönül, varıp yanına gelmeyen,
lafın belini kırmayan yaranı olmayanca. Gözü kör olmayasıca Karagöz,
hayal perdesinde, suret-i endam etmeyesice, kararasıca, kömür olasıca
Karagöz!
Gülşengâhımı gümnâm ettin Karagöz, nefsine ziyan ettin Karagöz,
yıktın perdeyi viran ettin Karagöz. Gel beraber yıkalım perdeleri
Karagöz, yeni perdeler yapmak için. Yakalım perdeyi! Narında biz de
yanalım Karagöz! Alevinde göğe ersin suretimiz. Yine yıkalım perdeyi ve
yine yapalım ve yine yakalım! Nârımız hiç sönmesin, hep harlansın
Karagöz. Sonra.... Ve sonra: Perde viran, diyelim Karagözüm, sahibine
haber verelim hemân; Karagözüm el-aman...
Meded ya hu! Huu! Nerdesin yahu!Yar sana bir eğlence, yar bana bir dost meded...
Hacivat dostunu arıyor; bir nisan yağmurunda. Her yağmur bir damla
ve her damla bir insan; sokaklara sağnak sağnak boşalan... Her damla
çamur oluyor Hacivat’ın eteğinde. Ol şehr-i Stanbul’un taşları
Hacivat’a harita; Hacivat, haritada bir nokta... Haritanın ölçekleri
değişmiş Karagözüm. Hacivat, haritada kaybolmuş. Mihenk kaybolmuş,
nirengi kaybolmuş. Topuzu kaymış bu kantarın, bu cildin şirazesi
dağılmış! Bu cilt bitmiş Karagözüm, bu kitap kapanmış; sen gitmişsin,
ben bitmişim...
Yol yok, yolu bilen de, iz yok yok, izi bilen de... Hacivat simitçiye yol sorar, Hacivat adama adam sorar:
Simitçi; “Abi kamera şakası mı?” diyesi. Eşşeğin sıpasından çifte yiyesi.
“Kamereman nerde hocam, kamereman?”
“Kamer-aman?”
“....”
“Kamer-aman, el-aman! Karagözüm bu adam nece konuşur, burası neresi?
Önüne bak hemşerim, Önüne bak Hacivatım, burası İstanbul, bundan
başka İstanbul yok. Önüne bak! He valla arkana da bak. Sen ey bu
diyarda Karagöz’den daha cahil, Karagöz’den daha masum Hacivat, arkanı
kolla, zaman kötü.
Hem bırak Karagözü, şu paragözü. O Karagöz, bildiğin Karagözlere
benzemez, senin hiç bilmediğin türdendir; ne eli dürüsttür, ne beline
düzgün, ne de doğrudur sözü.
“Ne paragözü? Karagöz, paranın hesabını değil, lafını bile bilmez.
Az buçuk kabadır lakin, dobradır sözü! Bir lokma bir hırkanın, mal da
yalan, mülk de yalanın, var biraz da sen oyalananın Karagözünde olamaz
paranın gözü...”
“Karagöz, suyun başında durdu, sen tavan arasında uyurken o turnayı gözünden vurdu n’aber!”
“Devir değişti beyamca, devir değişti Hagywhat. Sen lafın belini kıracak dost ararken o borsaya brokır oldu.”
“Laf söyletmem Karagözüme hey avanak. İftira atma dostuma be
şaşkın! Dostunu terk etmez Karagöz; bırakmaz beni forsaya... Ne
forsaya, ne kurda kuşa, ne de inse cinne...”
“Şaşkın, avanak ha! Ya sen? Git gözlerinle gör Karagözünü. “Hayal
Ürünleri Reklamcılığın nambırvanı Karagöz Bey! Gör, ne haller olmuş
senin gözüne toz kondurmadığın can dostun Karagözüne!”
“Randevunuz yoksa Karagöz Bey’le görüşemezsiniz beyefendi.”
“Rende?”, “vû?”
“Hee! Rendevun var mıydı, rendevun? Cinse bak! Lüfen başka kapıya
ayol.. Al-loo! Karagöz Bey, nassınız efeem? TRT efem mi?... hah, haaa,
ne kadar espiritüelsiniz efem... Özür dilerim ama... içerde acaip
kılıklı bir adam ısrarla sizinle görüşmek ister. Kimdir, necidir,
anlayamadım. Evet, tabii... Ama bir türlü gitmiyor, laf anlasa! Tamam
efendim, münasip buyurduğunuz üzre cebine üç beş kuruş sıkıştırıp
kapıdışarı.... Kapıdışarı, kışt, kıştı, kapıdışarı... Yok beyefendi
(?), Karagöz Bey çok meşgul, sizinle görüşemez.”
Tabi görüşmezsin Karagöz; görüşemezsiin. Nasıl yüzleşebilirsin ki
Hacivat’ınla. Karagöz Hayal Ürünleri’nin tek tabancası, sanal dünyanın
imparatoru, şöhret kapısı Karagöz. Çalgıcı babası Karagöz. Ne anasının
gözüsün be Karagöz! Anan ne yer Karagöz? Süpürge sapı Hacivat! Süpürge
sapı Hacivat. Hacı İvad... Hacı İmdat huu!
Kaç kişiyi şöhret ettin be Karagöz. Kaç Anadolu tosunu şöhret
yolunda bu kapıya tosladı? Kaç garibin umudu bu kapının ardında
tükendi? Nice genç kızın düşünde parlayan şöhret yıldızı, senin kara
kapında kara karyolanda söndü? Yediğin herzenin üstüne usturuplu
muhafazakarlık sosuyla sağcı bir partiden milletvekili de oldun ya
sonunda! gözlerinden öptüğümün Karagözü...
“Randevunuz yok beyefendi, görüşemezsiniz!” Rendevuu, rendevuu!
“Karagöz huu!”
“Türkçe anlamaz mısınız be adam. Patron seninle görüşmek istemiyor işteee... Du yu andırstent mi?”
“What?”
KARAGÖZ: Ne bu gürültü yahu? Neler oluyor kızım? Kimsin kardeşim
ne istiyorsun? Dur lan dur; bu... bu... bu sensin vay anasına! Yahu
Hacivat, Ulan ulan ulan vay vay! Bunca yıldan sonra...Hacivat’ım,
ayakyolum, gözleri sulum!
HACİVAT: Karagözüm, akşam-ı şerifleriniz hayırlı olsun!
KARAGÖZ: Sıtmaya uğra da rengin solsun. Hangi bacadan düştün,
hangi leylek getirdi seni buraya? Alaattin’in lambasından mı fırladın?
Lan bu cin milleti hep böyledir, en olmadık zamanda adamın kafasına
üşüşürler. Ben cini, sadece tonikle beraber severim. Cin tonik! Heh heh
hee! Ne espirikim de mi? Sen niye konuşmadan öyle aval aval suratıma
bakıyorsun ya hu? Kızım, bu adam var ya? Sen tanımazsın. Şimdiki nesil
seni tanımaz Hacı cav cav, anlatsam da anlamazlar! Tam da gelecek
zamanı buldun hani-bütün bu işin gücün telâşenin, koşturmacanın
arasında. O zaman bu araya bir ara da ben koyarım. Randevuları iptal
kızım, görüşmeleri ertele, ben Hacivat’la dışarı çıkıyorum.
Gel şu barlara takılalım biraz. Hadi konuş be Hacivat; senin o
sarı sulu çocuk kakası rengindeki yüzünü görmek için ertelemedim
milyarlık projenin ön görüşmesini. İpini çekmişin işin gücün, dostumla
seninle şaka yapmayı ben de özlemişim. Hadi gel muaşakalaşalım.
HACİVAT: Ne diyorsun? Yine eskisi gibi mi?
KARAGÖZ: Hiçbir şey eskisi gibi değil, benim arsız yüzsüzüm.
Zamanda değişmeyen ne var ki? Her şey değişiyor! Ne vartalar atlattık
seninle beraber, ne badirelerden geçti dostluğumuz. Ama zaman denilen
bu sel, nasıl da silip süpürüyor her şeyi. Her şey akıyor Hacivat!
Zamana direnen hiçbir şey yok! Bu mürür-ü zaman, bu zaman aşımı, sanki
zamanın bir hışmı. Dostlukların bile anlamı değişiyor Hacı cavcav. Onun
çün, bırak bu yüksek seviyeden konuşmaları; söylemini değiştir! Gel,
şurada birkaç kadeh atıştıralım vaziyeti yatıştıralım. Sonra iki de
yavru kaldırdık mı burdan. Oh muhabbet keka!
HACİVAT: Karagöz’üm, bu ne biçim lakırdı! Sen sen misin söyle bana a benim tatlı canım?
KARAGÖZ: Niçin döne döne aynı yere takılırsın a benim seyrek
sakallı patlıcanım. Biz bir zilli hayaldik, hayal-i sitarede çubuğumuz
başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk. Önce sen kayboldun; bir
kayboldun pir kayboldun. Ara ki bulasın? Ama asıl ben... Ben bir
kayboldum ki sorma gitsin. Sen sensin Hacı cav cav, sen sensin hâlâ;
ama sor, ben ben miyim?
Peşinden günlerce ağladım. Senden hemen sonra Şeyh Küşterî, tekke
ve zaviyeler kanununa muhalefeten içeri tıkıldı. Sen halk düşmanı ilan
edildin ve deve derisinden tenin, muhayyileden sinin diyar-ı zulmete
atıldı. Gerçi senin yokluğundan gayrı sıkıntım yoktu, şükür! Ama
tasvirlerini yakıp küllerini hayalin derinliklerine gömdüklerinde,
içime gömüldün sanki. Sonra, senden sonra, ne kimse sordu beni, ne de
sabah rüzgarından başka kimse kapımı çaldı. Tanımamazlıktan geldiler
beni, gördüklerinde yüzlerini çevirdiler. Kilidim pas tuttu Hacivat!
“Yar bana bir eğlence meded!” diyenim olmadı. Karagöz Halk adamı diye
bayrak açanlar, şehirlerinin kapısından bile sokmak istemediler beni.
Yıllarca hamallık yaptım, odun kırdım, amelelik yaptım, efendileri
olduğumu söyleyen efendilerime.... Sonra efendime söyliyeyim, bir de
baktım ki atı alan Üsküdar’ı geçmiş, ben de Doğancılar’a çıktım. Ohoo,
koca koca apartumanlar kaplamış ortalığı. Kendime dedim ki, “Yahu
Karagöz, bu dünya iki kulplu bir kazan, bir kulpundan tut, sen de
kazan” Direklerarasını mütahite verip ordan üç beş daire, sonra bir-
ikisini satıp kendime ufak çaplı bir sermaye... Efendim devir hürriyet
devri, tilkilik de tavukluk da hür. Ama hür bir tilki olmak, hür bir
tavuk olmaktan her zaman daha evladır takdir edersin ki. Sonra
mütahitin kıralı ben oldum, demirden çal, çimentodan çal; devlet
ihaleleri falan filan derken politika... Büyük oynadım büyük vurdum.
Ama yine de içimdeki ukde, eğlence sektörü idi. Ondan da nasibimi ve
zevkimi aldım. Ve Hacım işte bu: Karagöz’ün önlenemez ikbali.
Sana gelince dostum, sen perdeden döküldün. Senden geri kalanları, kırpıp kırpıp entel yaptılar.
HACİVAT: Benim kırıntılarımdan dantel mi yaptılar?
KARAGÖZ: Ah dilini eşşek arısı sokasıca, şimdiki zamanın Karagözü,
Hacivat Çelebi. Entel yahu entel. Bak şu keçi sakallı, at kuyruklu
amcalara? İşte onlar senin nesebinden. Evet ben kendimin kötü bir
kopyasıyım. Bunlar da senin kötü kopyaların. “Ne oldu bize” deyip
sızlanmayı bırak, zamana uy! Zamana teslim et kendini; alsın seni de
sürüklesin içinde. Bırak fikir cigaloluğunu, zihin zamparalığını.
Zamparanın kendisi ol. Gel şu kulpun bir ucundan da sen tut. Benim
salak Hacivatım, deveyi hamuduyla yut.
ENTELLERDEN BİRİ: Moruk, ne cinsler dadanmaya başladı buraya ya.
Kalite decenere oluyo be abi. Takılcak başka bir yer bulak! Emmi
maskeli balodan mı? Baba, bu bizim atamız Hacivat Çelebi değil mi
yav... Hocam, gel masamıza şeref ver, onur konuğumuz ol. Oğlum babaya
fındık, fıstık bir de içecek şeyler getir. Üstat, şu reaksiyoner ve
alternatif giyim kuşama bak! Çok konkstürüktif ve spekülatfsin be ağbi!
HACİVAT: Karagözüm, iyi saatte olsunlar mı bastı perdeyi? Elemtere fiş, tu, tu, tuu! Ne diyo bunlar?
Hakan POYRAZ, Hacivat’ın Hüznü, Vadi Yay. Ankara, 2002, s.39-46
Hacivatın Hüznü, Türkiye Yazarlar Birliğinin her yıl verdiği
"Yılın Yazar Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri"nden 2002 yılı
"Deneme" dalında ödül almıştır..
Biz bir zıll-i hayaldik, hayal-i sitarede.
Çubuğumuz başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk.
Önce sen kayboldun; bir kayboldun, pir kayboldun.
Ara ki bulasın?
Ama asıl ben?.
Ben öyle bir kayboldum ki sorma gitsin Hacivatım.
Sen sensin Hacı cav cav,sen sensin hâlâ...
Ama sor, ben ben miyim?
Gölgelerin gücü adına!!!
Güç kimde Hacivatım?.
Gölgen kadar güçlü müsün?
Hacivatım, hacı cav cav!
“Karagözüm, kaşı karam, gözü karam, gönül pârem, pâregözüm, nerdesin huu?”
“Sensiz hayal perdesi yıkık, cânım, canânım, can gözüm Karagözüm!
Direklerarası harap, canan olmayınca... Direklerarası tavan arası.
Tavandan tabana düştüm, battı gitti suretim! Direklerarası viran...
Direklerarası, yürekler arası. Benimki yürek yarası cananım, cancanım,
pare pare oldu canım. Gözümün akı, gönlümün yarası Akgözüm, Karagözüm.
Yandı, viran oldu, yıkıldı perdem, suya düştü suretim... Gayrı ne
yurdum kaldı ne yerim.
Durmaz bu viranede, bu salhanede gönül, varıp yanına gelmeyen,
lafın belini kırmayan yaranı olmayanca. Gözü kör olmayasıca Karagöz,
hayal perdesinde, suret-i endam etmeyesice, kararasıca, kömür olasıca
Karagöz!
Gülşengâhımı gümnâm ettin Karagöz, nefsine ziyan ettin Karagöz,
yıktın perdeyi viran ettin Karagöz. Gel beraber yıkalım perdeleri
Karagöz, yeni perdeler yapmak için. Yakalım perdeyi! Narında biz de
yanalım Karagöz! Alevinde göğe ersin suretimiz. Yine yıkalım perdeyi ve
yine yapalım ve yine yakalım! Nârımız hiç sönmesin, hep harlansın
Karagöz. Sonra.... Ve sonra: Perde viran, diyelim Karagözüm, sahibine
haber verelim hemân; Karagözüm el-aman...
Meded ya hu! Huu! Nerdesin yahu!Yar sana bir eğlence, yar bana bir dost meded...
Hacivat dostunu arıyor; bir nisan yağmurunda. Her yağmur bir damla
ve her damla bir insan; sokaklara sağnak sağnak boşalan... Her damla
çamur oluyor Hacivat’ın eteğinde. Ol şehr-i Stanbul’un taşları
Hacivat’a harita; Hacivat, haritada bir nokta... Haritanın ölçekleri
değişmiş Karagözüm. Hacivat, haritada kaybolmuş. Mihenk kaybolmuş,
nirengi kaybolmuş. Topuzu kaymış bu kantarın, bu cildin şirazesi
dağılmış! Bu cilt bitmiş Karagözüm, bu kitap kapanmış; sen gitmişsin,
ben bitmişim...
Yol yok, yolu bilen de, iz yok yok, izi bilen de... Hacivat simitçiye yol sorar, Hacivat adama adam sorar:
Simitçi; “Abi kamera şakası mı?” diyesi. Eşşeğin sıpasından çifte yiyesi.
“Kamereman nerde hocam, kamereman?”
“Kamer-aman?”
“....”
“Kamer-aman, el-aman! Karagözüm bu adam nece konuşur, burası neresi?
Önüne bak hemşerim, Önüne bak Hacivatım, burası İstanbul, bundan
başka İstanbul yok. Önüne bak! He valla arkana da bak. Sen ey bu
diyarda Karagöz’den daha cahil, Karagöz’den daha masum Hacivat, arkanı
kolla, zaman kötü.
Hem bırak Karagözü, şu paragözü. O Karagöz, bildiğin Karagözlere
benzemez, senin hiç bilmediğin türdendir; ne eli dürüsttür, ne beline
düzgün, ne de doğrudur sözü.
“Ne paragözü? Karagöz, paranın hesabını değil, lafını bile bilmez.
Az buçuk kabadır lakin, dobradır sözü! Bir lokma bir hırkanın, mal da
yalan, mülk de yalanın, var biraz da sen oyalananın Karagözünde olamaz
paranın gözü...”
“Karagöz, suyun başında durdu, sen tavan arasında uyurken o turnayı gözünden vurdu n’aber!”
“Devir değişti beyamca, devir değişti Hagywhat. Sen lafın belini kıracak dost ararken o borsaya brokır oldu.”
“Laf söyletmem Karagözüme hey avanak. İftira atma dostuma be
şaşkın! Dostunu terk etmez Karagöz; bırakmaz beni forsaya... Ne
forsaya, ne kurda kuşa, ne de inse cinne...”
“Şaşkın, avanak ha! Ya sen? Git gözlerinle gör Karagözünü. “Hayal
Ürünleri Reklamcılığın nambırvanı Karagöz Bey! Gör, ne haller olmuş
senin gözüne toz kondurmadığın can dostun Karagözüne!”
“Randevunuz yoksa Karagöz Bey’le görüşemezsiniz beyefendi.”
“Rende?”, “vû?”
“Hee! Rendevun var mıydı, rendevun? Cinse bak! Lüfen başka kapıya
ayol.. Al-loo! Karagöz Bey, nassınız efeem? TRT efem mi?... hah, haaa,
ne kadar espiritüelsiniz efem... Özür dilerim ama... içerde acaip
kılıklı bir adam ısrarla sizinle görüşmek ister. Kimdir, necidir,
anlayamadım. Evet, tabii... Ama bir türlü gitmiyor, laf anlasa! Tamam
efendim, münasip buyurduğunuz üzre cebine üç beş kuruş sıkıştırıp
kapıdışarı.... Kapıdışarı, kışt, kıştı, kapıdışarı... Yok beyefendi
(?), Karagöz Bey çok meşgul, sizinle görüşemez.”
Tabi görüşmezsin Karagöz; görüşemezsiin. Nasıl yüzleşebilirsin ki
Hacivat’ınla. Karagöz Hayal Ürünleri’nin tek tabancası, sanal dünyanın
imparatoru, şöhret kapısı Karagöz. Çalgıcı babası Karagöz. Ne anasının
gözüsün be Karagöz! Anan ne yer Karagöz? Süpürge sapı Hacivat! Süpürge
sapı Hacivat. Hacı İvad... Hacı İmdat huu!
Kaç kişiyi şöhret ettin be Karagöz. Kaç Anadolu tosunu şöhret
yolunda bu kapıya tosladı? Kaç garibin umudu bu kapının ardında
tükendi? Nice genç kızın düşünde parlayan şöhret yıldızı, senin kara
kapında kara karyolanda söndü? Yediğin herzenin üstüne usturuplu
muhafazakarlık sosuyla sağcı bir partiden milletvekili de oldun ya
sonunda! gözlerinden öptüğümün Karagözü...
“Randevunuz yok beyefendi, görüşemezsiniz!” Rendevuu, rendevuu!
“Karagöz huu!”
“Türkçe anlamaz mısınız be adam. Patron seninle görüşmek istemiyor işteee... Du yu andırstent mi?”
“What?”
KARAGÖZ: Ne bu gürültü yahu? Neler oluyor kızım? Kimsin kardeşim
ne istiyorsun? Dur lan dur; bu... bu... bu sensin vay anasına! Yahu
Hacivat, Ulan ulan ulan vay vay! Bunca yıldan sonra...Hacivat’ım,
ayakyolum, gözleri sulum!
HACİVAT: Karagözüm, akşam-ı şerifleriniz hayırlı olsun!
KARAGÖZ: Sıtmaya uğra da rengin solsun. Hangi bacadan düştün,
hangi leylek getirdi seni buraya? Alaattin’in lambasından mı fırladın?
Lan bu cin milleti hep böyledir, en olmadık zamanda adamın kafasına
üşüşürler. Ben cini, sadece tonikle beraber severim. Cin tonik! Heh heh
hee! Ne espirikim de mi? Sen niye konuşmadan öyle aval aval suratıma
bakıyorsun ya hu? Kızım, bu adam var ya? Sen tanımazsın. Şimdiki nesil
seni tanımaz Hacı cav cav, anlatsam da anlamazlar! Tam da gelecek
zamanı buldun hani-bütün bu işin gücün telâşenin, koşturmacanın
arasında. O zaman bu araya bir ara da ben koyarım. Randevuları iptal
kızım, görüşmeleri ertele, ben Hacivat’la dışarı çıkıyorum.
Gel şu barlara takılalım biraz. Hadi konuş be Hacivat; senin o
sarı sulu çocuk kakası rengindeki yüzünü görmek için ertelemedim
milyarlık projenin ön görüşmesini. İpini çekmişin işin gücün, dostumla
seninle şaka yapmayı ben de özlemişim. Hadi gel muaşakalaşalım.
HACİVAT: Ne diyorsun? Yine eskisi gibi mi?
KARAGÖZ: Hiçbir şey eskisi gibi değil, benim arsız yüzsüzüm.
Zamanda değişmeyen ne var ki? Her şey değişiyor! Ne vartalar atlattık
seninle beraber, ne badirelerden geçti dostluğumuz. Ama zaman denilen
bu sel, nasıl da silip süpürüyor her şeyi. Her şey akıyor Hacivat!
Zamana direnen hiçbir şey yok! Bu mürür-ü zaman, bu zaman aşımı, sanki
zamanın bir hışmı. Dostlukların bile anlamı değişiyor Hacı cavcav. Onun
çün, bırak bu yüksek seviyeden konuşmaları; söylemini değiştir! Gel,
şurada birkaç kadeh atıştıralım vaziyeti yatıştıralım. Sonra iki de
yavru kaldırdık mı burdan. Oh muhabbet keka!
HACİVAT: Karagöz’üm, bu ne biçim lakırdı! Sen sen misin söyle bana a benim tatlı canım?
KARAGÖZ: Niçin döne döne aynı yere takılırsın a benim seyrek
sakallı patlıcanım. Biz bir zilli hayaldik, hayal-i sitarede çubuğumuz
başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk. Önce sen kayboldun; bir
kayboldun pir kayboldun. Ara ki bulasın? Ama asıl ben... Ben bir
kayboldum ki sorma gitsin. Sen sensin Hacı cav cav, sen sensin hâlâ;
ama sor, ben ben miyim?
Peşinden günlerce ağladım. Senden hemen sonra Şeyh Küşterî, tekke
ve zaviyeler kanununa muhalefeten içeri tıkıldı. Sen halk düşmanı ilan
edildin ve deve derisinden tenin, muhayyileden sinin diyar-ı zulmete
atıldı. Gerçi senin yokluğundan gayrı sıkıntım yoktu, şükür! Ama
tasvirlerini yakıp küllerini hayalin derinliklerine gömdüklerinde,
içime gömüldün sanki. Sonra, senden sonra, ne kimse sordu beni, ne de
sabah rüzgarından başka kimse kapımı çaldı. Tanımamazlıktan geldiler
beni, gördüklerinde yüzlerini çevirdiler. Kilidim pas tuttu Hacivat!
“Yar bana bir eğlence meded!” diyenim olmadı. Karagöz Halk adamı diye
bayrak açanlar, şehirlerinin kapısından bile sokmak istemediler beni.
Yıllarca hamallık yaptım, odun kırdım, amelelik yaptım, efendileri
olduğumu söyleyen efendilerime.... Sonra efendime söyliyeyim, bir de
baktım ki atı alan Üsküdar’ı geçmiş, ben de Doğancılar’a çıktım. Ohoo,
koca koca apartumanlar kaplamış ortalığı. Kendime dedim ki, “Yahu
Karagöz, bu dünya iki kulplu bir kazan, bir kulpundan tut, sen de
kazan” Direklerarasını mütahite verip ordan üç beş daire, sonra bir-
ikisini satıp kendime ufak çaplı bir sermaye... Efendim devir hürriyet
devri, tilkilik de tavukluk da hür. Ama hür bir tilki olmak, hür bir
tavuk olmaktan her zaman daha evladır takdir edersin ki. Sonra
mütahitin kıralı ben oldum, demirden çal, çimentodan çal; devlet
ihaleleri falan filan derken politika... Büyük oynadım büyük vurdum.
Ama yine de içimdeki ukde, eğlence sektörü idi. Ondan da nasibimi ve
zevkimi aldım. Ve Hacım işte bu: Karagöz’ün önlenemez ikbali.
Sana gelince dostum, sen perdeden döküldün. Senden geri kalanları, kırpıp kırpıp entel yaptılar.
HACİVAT: Benim kırıntılarımdan dantel mi yaptılar?
KARAGÖZ: Ah dilini eşşek arısı sokasıca, şimdiki zamanın Karagözü,
Hacivat Çelebi. Entel yahu entel. Bak şu keçi sakallı, at kuyruklu
amcalara? İşte onlar senin nesebinden. Evet ben kendimin kötü bir
kopyasıyım. Bunlar da senin kötü kopyaların. “Ne oldu bize” deyip
sızlanmayı bırak, zamana uy! Zamana teslim et kendini; alsın seni de
sürüklesin içinde. Bırak fikir cigaloluğunu, zihin zamparalığını.
Zamparanın kendisi ol. Gel şu kulpun bir ucundan da sen tut. Benim
salak Hacivatım, deveyi hamuduyla yut.
ENTELLERDEN BİRİ: Moruk, ne cinsler dadanmaya başladı buraya ya.
Kalite decenere oluyo be abi. Takılcak başka bir yer bulak! Emmi
maskeli balodan mı? Baba, bu bizim atamız Hacivat Çelebi değil mi
yav... Hocam, gel masamıza şeref ver, onur konuğumuz ol. Oğlum babaya
fındık, fıstık bir de içecek şeyler getir. Üstat, şu reaksiyoner ve
alternatif giyim kuşama bak! Çok konkstürüktif ve spekülatfsin be ağbi!
HACİVAT: Karagözüm, iyi saatte olsunlar mı bastı perdeyi? Elemtere fiş, tu, tu, tuu! Ne diyo bunlar?
Hakan POYRAZ, Hacivat’ın Hüznü, Vadi Yay. Ankara, 2002, s.39-46
Hacivatın Hüznü, Türkiye Yazarlar Birliğinin her yıl verdiği
"Yılın Yazar Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri"nden 2002 yılı
"Deneme" dalında ödül almıştır..
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
İSLAM, DİN ADAMLARI VE TİYATRO
Büyük Fransız tiyatro bilgini Profesör Gustave Cohen her din dram
doğurtucusudur ve her tapınış kolaylıkla ve kendiliğinden dramatik ve
tiyatro görünüşü kazanmıştır, diyor.Bu görüş eski totemci topluluklar
ve eski Yunan gibi çoktanrılı dinler bakımından yüzde yüz doğru olmakla
birlikte acaba Hristiyanlık ve İslamiyet için doğru mudur? Gerçi bir
Hristiyan dramı ve tiyatrosu yaratılmıştır, ancak bu hiç yoktan var
olmuş, özgün, kiliseden fışkırmış bir tiyatro mudur, yoksa daha önceden
de var olan kilise dışındaki kaynaklardan ve kiliseye rağmen mi
çıkmıştır? Araştırmalar bu ikincinin doğru olduğunu gösteriyor. İslâma
gelince, hiçbir islam ülkesi ne özgün, ne de bir başka dram örneğinde
bir dram yaratabilmiş değildir. Bir bakıma Şii inancında görülen
taziyeler ileri sürülebilir. Bunun dışında islam ülkeleri kendi
dramlarını yaratamamışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Bunun başında İslam ülkelerinin ilişki kurdukları uygarlıkların
gelişmiş bir tiyatroları olmayışı, özellikle Yunan dramını tanımamış
olmaları gelir. Yunan tiyatrosu dokuzuncu ve onuncu yüzyılda sona
ermiştir. Eflatun’u, Euclide’i, Ploteme’yi tanıyan Arap dünyası
Sophocles’i, Europides’i, Aristophanes’i tanımadı. Aynı şeyi Türkler
için de söyleyebiliriz. Yunan dramının mirasçısı olan Bizans’ta uzun
ömürlü bir imparatorluk olmasına karşın bu önemli kaynağı sürdürecek
bir tiyatro yaşamı yoktu. Gerçi günümüze değin gelen ve köylerde
görülen eski bolluk törenlerinin kalıntıları vardı, ama kent-köy
kültürlerinin birbirlerinden kopmuşluğu bu kaynaktan da yararlanmayı
engellemiştir. Oysa Hristiyan dramının Avrupa’da gelişmesinde bu bolluk
törenlerinin kalıntılarının, seyirlik köylü oyunlarının büyük katkısı
olmuştur.
Bir görüşe kulak verirsek kadın ve erkeğin bir arada bulunmalarına
karşı konulan sınırlamaların da payı vardır. Ancak bu öylesine önemli
bir engel sayılmamalı. Özellikle Asya ülkelerinin zengin dramalarında
da kadına yer tanınmadığı gibi, Avrupa tiyatrosunun da bir çok
dönemlerinde kadın sahneye çıkmamıştır.
Daha başka nedenler de aranıp, bulunup söylenebilir. Fakat İslâmın
bir dram yaratamamasının en büyük nedeni İslâmın inanç ve dünya
görüşünde dram ve tiyatroya aykırılıklar bulunmasıdır. İslamda Tanrı
bütün varlıkları yoktan var eder, bu varlıkların tümü gelip geçici,
oysa Tanrı kalıcıdır, önsüzdür, sonsuzdur. Tanrı yeri göğü kendi
yasalarına göre yönetir. İşte bu temel ilkeler açısından Tanrınınki
gibi bir yaratıcılık etkinliği olan ve canlı varlıkların
benzetmecelerini yapan türden sanat kollarına yer yoktur. Bunların
başında resim ve heykel gelmektedir. Gerçi resim ve heykel bakımından
Kur’anda herhangi bir yasaklamaya rastlamayız. Buna karşın çeşitli
hadisler buluruz. Bunlardan birine göre yargı günü gelince, cehennemin
cezası ressam için ölçüp biçilecek ve kendisinden yarattığı biçimlere
can vermesi istenecektir, oysa onun hiçbir varlığa can verecek gücü
yoktur. Canı olan bir biçim yaratmakla Yaradan’ın yaratıcılık görevine
karışılmış olunuyor. Arapçada ressama “musavvir” denilmektedir, aynı
kelime Fars, Türk ve Urdu dillerine de girmiş, biçim veren, biçimleyen
anlamına geldiği için heykelci, yontucu için de kullanılmıştır. Öte
yandan “musavvir” Kur’anda Tanrı’nın bir niteliğidir, bunun insanoğlu
için kullanılması hoş karşılanmamıştır. Çeşitli hadislerde ele alınmış
bu konu daha sonra hukukta da işlenmiştir. Nitekim 13. yüzyılın büyük
hukukçusu Navavi, çağının ve özellikle Şafii inancının görüşünü
belirtmektedir. Onun görüşüne göre canlı varlıkların resmini yapmak
büyük günahtır. Hangi maddeden olursa olsun Tanrı’nın yaratıcı
etkinliğine özenmek sayılacağından benzetmece yasaktır. Buna karşın bir
ağaç, bir deve semeri gibi cansız şeyleri benzetmece yasak değildir.
Üzerine canlı bir varlığın resmi çizilmiş eşyayı kullanmak da aynı
gerekçeyle yasaktır. Burada gölge düşüren ya da gölge düşürmeyen
gibisinden bir ayrım yapmak yolu da kapalıdır. Bazıları yalnız gölge
düşüren cisimlerin benzetmecesini yasaklayıp, gölgesi olmayanlarda bir
kötülük görmemektedirler. Oysa Peygamber ve gelenekler böyle bir ayrım
yapmamışlardır. Özetlemeye çalıştığım bu görüş daha çok aşırı bir
anlayıştır. Resimler karşısında yalnız Arapların değil Yahudilerin de
takındığı bu çekingen tavrın bir nedeni de resimlerin ve heykellerin
büyüsel özelliklerinden korkudandır. Resmi, heykeli yapılanın kişiliği
bu cisme geçer ve bu cisim büyü gücü kazanır. Ancak bazı durumlarda
izin verildiği de olmuştur. Nitekim kız çocuklarının bebeklerle
oyalanması hoş görülmüştür. Ne var ki burada bebek puta taparlık olarak
görülmemiş, kız çocuğunda annelik duygusunu geliştirmesi aranmıştır.
Kız çocuklarının oynadığı bebekler gibi İslam ülkelerinde asıl konumuz
olan gölge tiyatrosu da hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu hoşgörünün
nedenlerine inmeden gölge tiyatrosunun tarihi üzerine önemli
araştırmalar yapmış olan Dr. Georg Jacob’un Araplarda dramatik eğilimin
yokluğunun nedenlerini ortaya koyan düşüncelerini özetleyelim.
İslâmın yaşam görüşü, salt Tanrı ve yazgı anlayışı, bireyin
“muharrik” le (Tanrısal oynatıcı) çatışmasına, ona baş kaldırmasına ya
da istem ile ödev arasındaki çatışmaya, dolayısıyla dramatik kavrama
karşıdır. Dramatik sanatın en bireyci türü olan tragedyayı beğenmek,
duyguda ve düşüncede edilgin olan Arap için saçma gözükecektir.
Tragedyada umutsuz ve başarısız da olsa yaşam savaşının korkucu
vericiliğinin, soylu bir düşüşün, yenilginin yarattığı beğeni Arap
dünyası için yabancıdır. Arap dünyasının örnek kahramanı kendini
böylesine boşa harcamayacak denli işini bilir ve Arap şairi de
kahramanını yaratırken onu boşu boşuna yazgıya, alınyazısına meydan
okutmayıp, işi kitabına uydurur. Kişinin kendi yaşam çizgisini
belirleyip kararlaştırması Arap’ın hiç düşünmeyeceği bir iştir. Bu
yolda Tanrı’nın gücünden başka güç tanımaz. Arap’ın gözleri yalnız en
yakına, süsten öteye geçmeyen ayrıntılara dikilmiştir. Bütün Arap
sanatı süsleyici ayrıntılarla meydana gelir. Düşünüş yöntemi de “epik”
tir. Çabuk gelişmelere karşıdır. Aynı motifin birikiciliği, yinelenmesi
hiçbir zaman bıktırıcı ya da kötü sanatın kanıtları sayılmaz onun
gözünde, tersine o bunları en etkili sanat ilkesi kabul eder. Dramatik
bir özellik olan olaylar dizisinin gelişmesinde çabuk eylem Arap için
hoşa gitmeyen bir özelliktir. O her şeyi “epik” bir solukla söyler,
daha önce olmuş bir olaya dönüş yapmak gerektiğinde her şeyi yeni
baştan alıp usanç vericilik kertesinde anlatmaktan çekinmez. Olaylar
dizisinde gerilim onun bilmediği bir şeydir. Bir konu buldu mu
tükeninceye dek bu konu üzerinde işlemeler, çeşitlemeler yapar. Bu
özellikler en çok Arap müziğinde karşımıza çıkar. Aynı ton dizilerinin
durmadan yinelenmesi, aynı ezginin bir düzine notada sonsuz
çeşitlemelerini yarım saat dinlemek Avrupalının kulağında umutsuzluk,
bıktırıcılık izlenimi yaratır. Oysa Doğulu bunu dinlemeye doymak bilmez.
Dr.Jacob’un bu açıklamasının en ilginç yanı Arap ve İslam
dünyasının daha çok epik anlatışa yönelişidir. Nitekim dramatik bir
yönteme başvursa da İslam ülkelerinde hâkî, Râvî, nakkal, kıssahan,
gazelhan, efsane-gûyende, meddah gibi çeşitli adlar altında hep hikaye
anlatana rastlamamız da bu görüşün sonucu değil midir?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi gölge tiyatrosu İslam ülkelerinde
yüzyıllar boyunca hoşgörüyle yaşamış, bir çeşit dokunulmazlık
kazanmıştır. Bu türün savunulması için her şeyden önce gölge
tiyatrosundaki görüntülerin cansız oldukları, dolayısıyla tek ve
biricik yaratıcı olan Tanrı’nın işine karışılmamış olduğuna kanıtlar
ileri sürülmüştür. Nitekim gölge oyunundaki görüntülerde ip takmak ya
da değnek geçirmek için bir delik bulunur, hiçbir canlı böyle bir
delikle canlı kalamayacağına göre bu görüntüler canlı ya da canlıyı
benzetmece sayılmazlar, sayılmayınca da Tanrı’nın işine karışmak gibi
bir saygısızlık da düşünülemez. Nitekim düşünür İbnül Arab, 13.
yüzyılda bu oyunlarda öğrenek yanı bulmuştur. Perde arkasında
oynayanlar yapıntı belirtileridir, bu onların gerçek biçimleri
değildir. Seyirci gerçek olmayan bu görüntülerin ardında Tanrısal
gerçeği seyre dalar, aynı zamanda tıpkı bu görüntüleri oynatan hayalci
gibi Tanrı’nın da insanları böyle yönettiğini kavramış olur. Nitekim
tasavvuf da gölge oyununda kendi görüşlerini açıklamak için bir dayanak
bulmuştur. Örneğin 12. yüzyıldan Ömer İbnül Farız Ta’iyyat-el Kübra
adlı eserinde insan ruhunu, görüntüleri perde arkasında oynatan
hayalciye, perdedeki görüntüleri ise bedene benzetmiştir. Perde
kalkınca gerçek olarak yalnız oynatan kalacaktır, böylece ruh ile
Tanrı’nın bir olduğu meydana çıkacaktır.
Nitekim Eflatun da Kanunlar (M.Ö 644-645) adlı eserinde kuklaya ya
da gölge oyununu görüşüne bir dayanak noktası yapmıştır. Evren büyük
bir tiyatro, insanoğlu da ipleri Tanrı’nın elinde olan kuklalar
gibidir. Sanatçı da yaratıcı olan Tanrı’nın bir rakibidir. Yalnız
burada Eflatun’un örnek aldığı kuklanın nasıl bir kukla oyunu olduğu
tartışma xxxxxürür. Bu mağara alegorisinde seyirciler mağarada
kuklalara sırtlarını dönmüşler, onların bir sinema gibi karşılarındaki
perde üzerinde yansıtılan gölgelerini seyrederler. Bunun da bir gölge
oyunu türü olduğunu kabuledebiliriz. Nitekim Cava’da Wayang adı verilen
kukla da eskiden oynatıldığı biçimde kutsal sayılan kuklaları
kadınların görmesi yasaklanmış, bu nedenle erkekler kuklaları yüzü
dönük seyrederken, kadınlar bunları arkaları dönük, yalnız bir perdede
yansıtılan gölgelerini seyrederlermiş. Eflatun’un seyircileri de
bacakları ve boyunları zincirle bağlı olduğu için arkalarındaki
kuklaların gerçeklerini göremeyip, önlerine yansıtılan gölgelerini
görüyorlar.
Bunun bizim bakımımızdan ilginç bir yanı vardır. Evliya Çelebi iki
tür gölge oyunu oynatıcısı olduğunu söyler, bunlardan birini “hayal-i
zılciyan”, ötekisini “hayal-i zıl-i tasvirciyan” diye adlandırır.
Bunlardan biri bildiğimiz Karagözdür, ikincisinin ise yukarıda
açılandığı gibi sinema gibi karşıya yansıtılan bir gölge ya da gölge
düşürme oyunu olduğuna inanmak için kanıtlar vardır.
Türklerde de gölge oyunu böyle dinsel ve tasavvuf öğreneği olarak
korunabilmiş ve bir dokunulmazlık kazanmıştır. Karagözde perde
gazellerinde bu tasavvuf anlamı ve öğrenek değeri belirtilir. Ayrıca
çeşitli şiirlerde Karagözün bu yönü üzerinde durulmuştur. Sacit
divanından alına şu mısraları bir örnek olarak verebiliriz.
Büyük Fransız tiyatro bilgini Profesör Gustave Cohen her din dram
doğurtucusudur ve her tapınış kolaylıkla ve kendiliğinden dramatik ve
tiyatro görünüşü kazanmıştır, diyor.Bu görüş eski totemci topluluklar
ve eski Yunan gibi çoktanrılı dinler bakımından yüzde yüz doğru olmakla
birlikte acaba Hristiyanlık ve İslamiyet için doğru mudur? Gerçi bir
Hristiyan dramı ve tiyatrosu yaratılmıştır, ancak bu hiç yoktan var
olmuş, özgün, kiliseden fışkırmış bir tiyatro mudur, yoksa daha önceden
de var olan kilise dışındaki kaynaklardan ve kiliseye rağmen mi
çıkmıştır? Araştırmalar bu ikincinin doğru olduğunu gösteriyor. İslâma
gelince, hiçbir islam ülkesi ne özgün, ne de bir başka dram örneğinde
bir dram yaratabilmiş değildir. Bir bakıma Şii inancında görülen
taziyeler ileri sürülebilir. Bunun dışında islam ülkeleri kendi
dramlarını yaratamamışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Bunun başında İslam ülkelerinin ilişki kurdukları uygarlıkların
gelişmiş bir tiyatroları olmayışı, özellikle Yunan dramını tanımamış
olmaları gelir. Yunan tiyatrosu dokuzuncu ve onuncu yüzyılda sona
ermiştir. Eflatun’u, Euclide’i, Ploteme’yi tanıyan Arap dünyası
Sophocles’i, Europides’i, Aristophanes’i tanımadı. Aynı şeyi Türkler
için de söyleyebiliriz. Yunan dramının mirasçısı olan Bizans’ta uzun
ömürlü bir imparatorluk olmasına karşın bu önemli kaynağı sürdürecek
bir tiyatro yaşamı yoktu. Gerçi günümüze değin gelen ve köylerde
görülen eski bolluk törenlerinin kalıntıları vardı, ama kent-köy
kültürlerinin birbirlerinden kopmuşluğu bu kaynaktan da yararlanmayı
engellemiştir. Oysa Hristiyan dramının Avrupa’da gelişmesinde bu bolluk
törenlerinin kalıntılarının, seyirlik köylü oyunlarının büyük katkısı
olmuştur.
Bir görüşe kulak verirsek kadın ve erkeğin bir arada bulunmalarına
karşı konulan sınırlamaların da payı vardır. Ancak bu öylesine önemli
bir engel sayılmamalı. Özellikle Asya ülkelerinin zengin dramalarında
da kadına yer tanınmadığı gibi, Avrupa tiyatrosunun da bir çok
dönemlerinde kadın sahneye çıkmamıştır.
Daha başka nedenler de aranıp, bulunup söylenebilir. Fakat İslâmın
bir dram yaratamamasının en büyük nedeni İslâmın inanç ve dünya
görüşünde dram ve tiyatroya aykırılıklar bulunmasıdır. İslamda Tanrı
bütün varlıkları yoktan var eder, bu varlıkların tümü gelip geçici,
oysa Tanrı kalıcıdır, önsüzdür, sonsuzdur. Tanrı yeri göğü kendi
yasalarına göre yönetir. İşte bu temel ilkeler açısından Tanrınınki
gibi bir yaratıcılık etkinliği olan ve canlı varlıkların
benzetmecelerini yapan türden sanat kollarına yer yoktur. Bunların
başında resim ve heykel gelmektedir. Gerçi resim ve heykel bakımından
Kur’anda herhangi bir yasaklamaya rastlamayız. Buna karşın çeşitli
hadisler buluruz. Bunlardan birine göre yargı günü gelince, cehennemin
cezası ressam için ölçüp biçilecek ve kendisinden yarattığı biçimlere
can vermesi istenecektir, oysa onun hiçbir varlığa can verecek gücü
yoktur. Canı olan bir biçim yaratmakla Yaradan’ın yaratıcılık görevine
karışılmış olunuyor. Arapçada ressama “musavvir” denilmektedir, aynı
kelime Fars, Türk ve Urdu dillerine de girmiş, biçim veren, biçimleyen
anlamına geldiği için heykelci, yontucu için de kullanılmıştır. Öte
yandan “musavvir” Kur’anda Tanrı’nın bir niteliğidir, bunun insanoğlu
için kullanılması hoş karşılanmamıştır. Çeşitli hadislerde ele alınmış
bu konu daha sonra hukukta da işlenmiştir. Nitekim 13. yüzyılın büyük
hukukçusu Navavi, çağının ve özellikle Şafii inancının görüşünü
belirtmektedir. Onun görüşüne göre canlı varlıkların resmini yapmak
büyük günahtır. Hangi maddeden olursa olsun Tanrı’nın yaratıcı
etkinliğine özenmek sayılacağından benzetmece yasaktır. Buna karşın bir
ağaç, bir deve semeri gibi cansız şeyleri benzetmece yasak değildir.
Üzerine canlı bir varlığın resmi çizilmiş eşyayı kullanmak da aynı
gerekçeyle yasaktır. Burada gölge düşüren ya da gölge düşürmeyen
gibisinden bir ayrım yapmak yolu da kapalıdır. Bazıları yalnız gölge
düşüren cisimlerin benzetmecesini yasaklayıp, gölgesi olmayanlarda bir
kötülük görmemektedirler. Oysa Peygamber ve gelenekler böyle bir ayrım
yapmamışlardır. Özetlemeye çalıştığım bu görüş daha çok aşırı bir
anlayıştır. Resimler karşısında yalnız Arapların değil Yahudilerin de
takındığı bu çekingen tavrın bir nedeni de resimlerin ve heykellerin
büyüsel özelliklerinden korkudandır. Resmi, heykeli yapılanın kişiliği
bu cisme geçer ve bu cisim büyü gücü kazanır. Ancak bazı durumlarda
izin verildiği de olmuştur. Nitekim kız çocuklarının bebeklerle
oyalanması hoş görülmüştür. Ne var ki burada bebek puta taparlık olarak
görülmemiş, kız çocuğunda annelik duygusunu geliştirmesi aranmıştır.
Kız çocuklarının oynadığı bebekler gibi İslam ülkelerinde asıl konumuz
olan gölge tiyatrosu da hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu hoşgörünün
nedenlerine inmeden gölge tiyatrosunun tarihi üzerine önemli
araştırmalar yapmış olan Dr. Georg Jacob’un Araplarda dramatik eğilimin
yokluğunun nedenlerini ortaya koyan düşüncelerini özetleyelim.
İslâmın yaşam görüşü, salt Tanrı ve yazgı anlayışı, bireyin
“muharrik” le (Tanrısal oynatıcı) çatışmasına, ona baş kaldırmasına ya
da istem ile ödev arasındaki çatışmaya, dolayısıyla dramatik kavrama
karşıdır. Dramatik sanatın en bireyci türü olan tragedyayı beğenmek,
duyguda ve düşüncede edilgin olan Arap için saçma gözükecektir.
Tragedyada umutsuz ve başarısız da olsa yaşam savaşının korkucu
vericiliğinin, soylu bir düşüşün, yenilginin yarattığı beğeni Arap
dünyası için yabancıdır. Arap dünyasının örnek kahramanı kendini
böylesine boşa harcamayacak denli işini bilir ve Arap şairi de
kahramanını yaratırken onu boşu boşuna yazgıya, alınyazısına meydan
okutmayıp, işi kitabına uydurur. Kişinin kendi yaşam çizgisini
belirleyip kararlaştırması Arap’ın hiç düşünmeyeceği bir iştir. Bu
yolda Tanrı’nın gücünden başka güç tanımaz. Arap’ın gözleri yalnız en
yakına, süsten öteye geçmeyen ayrıntılara dikilmiştir. Bütün Arap
sanatı süsleyici ayrıntılarla meydana gelir. Düşünüş yöntemi de “epik”
tir. Çabuk gelişmelere karşıdır. Aynı motifin birikiciliği, yinelenmesi
hiçbir zaman bıktırıcı ya da kötü sanatın kanıtları sayılmaz onun
gözünde, tersine o bunları en etkili sanat ilkesi kabul eder. Dramatik
bir özellik olan olaylar dizisinin gelişmesinde çabuk eylem Arap için
hoşa gitmeyen bir özelliktir. O her şeyi “epik” bir solukla söyler,
daha önce olmuş bir olaya dönüş yapmak gerektiğinde her şeyi yeni
baştan alıp usanç vericilik kertesinde anlatmaktan çekinmez. Olaylar
dizisinde gerilim onun bilmediği bir şeydir. Bir konu buldu mu
tükeninceye dek bu konu üzerinde işlemeler, çeşitlemeler yapar. Bu
özellikler en çok Arap müziğinde karşımıza çıkar. Aynı ton dizilerinin
durmadan yinelenmesi, aynı ezginin bir düzine notada sonsuz
çeşitlemelerini yarım saat dinlemek Avrupalının kulağında umutsuzluk,
bıktırıcılık izlenimi yaratır. Oysa Doğulu bunu dinlemeye doymak bilmez.
Dr.Jacob’un bu açıklamasının en ilginç yanı Arap ve İslam
dünyasının daha çok epik anlatışa yönelişidir. Nitekim dramatik bir
yönteme başvursa da İslam ülkelerinde hâkî, Râvî, nakkal, kıssahan,
gazelhan, efsane-gûyende, meddah gibi çeşitli adlar altında hep hikaye
anlatana rastlamamız da bu görüşün sonucu değil midir?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi gölge tiyatrosu İslam ülkelerinde
yüzyıllar boyunca hoşgörüyle yaşamış, bir çeşit dokunulmazlık
kazanmıştır. Bu türün savunulması için her şeyden önce gölge
tiyatrosundaki görüntülerin cansız oldukları, dolayısıyla tek ve
biricik yaratıcı olan Tanrı’nın işine karışılmamış olduğuna kanıtlar
ileri sürülmüştür. Nitekim gölge oyunundaki görüntülerde ip takmak ya
da değnek geçirmek için bir delik bulunur, hiçbir canlı böyle bir
delikle canlı kalamayacağına göre bu görüntüler canlı ya da canlıyı
benzetmece sayılmazlar, sayılmayınca da Tanrı’nın işine karışmak gibi
bir saygısızlık da düşünülemez. Nitekim düşünür İbnül Arab, 13.
yüzyılda bu oyunlarda öğrenek yanı bulmuştur. Perde arkasında
oynayanlar yapıntı belirtileridir, bu onların gerçek biçimleri
değildir. Seyirci gerçek olmayan bu görüntülerin ardında Tanrısal
gerçeği seyre dalar, aynı zamanda tıpkı bu görüntüleri oynatan hayalci
gibi Tanrı’nın da insanları böyle yönettiğini kavramış olur. Nitekim
tasavvuf da gölge oyununda kendi görüşlerini açıklamak için bir dayanak
bulmuştur. Örneğin 12. yüzyıldan Ömer İbnül Farız Ta’iyyat-el Kübra
adlı eserinde insan ruhunu, görüntüleri perde arkasında oynatan
hayalciye, perdedeki görüntüleri ise bedene benzetmiştir. Perde
kalkınca gerçek olarak yalnız oynatan kalacaktır, böylece ruh ile
Tanrı’nın bir olduğu meydana çıkacaktır.
Nitekim Eflatun da Kanunlar (M.Ö 644-645) adlı eserinde kuklaya ya
da gölge oyununu görüşüne bir dayanak noktası yapmıştır. Evren büyük
bir tiyatro, insanoğlu da ipleri Tanrı’nın elinde olan kuklalar
gibidir. Sanatçı da yaratıcı olan Tanrı’nın bir rakibidir. Yalnız
burada Eflatun’un örnek aldığı kuklanın nasıl bir kukla oyunu olduğu
tartışma xxxxxürür. Bu mağara alegorisinde seyirciler mağarada
kuklalara sırtlarını dönmüşler, onların bir sinema gibi karşılarındaki
perde üzerinde yansıtılan gölgelerini seyrederler. Bunun da bir gölge
oyunu türü olduğunu kabuledebiliriz. Nitekim Cava’da Wayang adı verilen
kukla da eskiden oynatıldığı biçimde kutsal sayılan kuklaları
kadınların görmesi yasaklanmış, bu nedenle erkekler kuklaları yüzü
dönük seyrederken, kadınlar bunları arkaları dönük, yalnız bir perdede
yansıtılan gölgelerini seyrederlermiş. Eflatun’un seyircileri de
bacakları ve boyunları zincirle bağlı olduğu için arkalarındaki
kuklaların gerçeklerini göremeyip, önlerine yansıtılan gölgelerini
görüyorlar.
Bunun bizim bakımımızdan ilginç bir yanı vardır. Evliya Çelebi iki
tür gölge oyunu oynatıcısı olduğunu söyler, bunlardan birini “hayal-i
zılciyan”, ötekisini “hayal-i zıl-i tasvirciyan” diye adlandırır.
Bunlardan biri bildiğimiz Karagözdür, ikincisinin ise yukarıda
açılandığı gibi sinema gibi karşıya yansıtılan bir gölge ya da gölge
düşürme oyunu olduğuna inanmak için kanıtlar vardır.
Türklerde de gölge oyunu böyle dinsel ve tasavvuf öğreneği olarak
korunabilmiş ve bir dokunulmazlık kazanmıştır. Karagözde perde
gazellerinde bu tasavvuf anlamı ve öğrenek değeri belirtilir. Ayrıca
çeşitli şiirlerde Karagözün bu yönü üzerinde durulmuştur. Sacit
divanından alına şu mısraları bir örnek olarak verebiliriz.
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
Bu bir zılli hayaldir kim hayal içre hayal oynar
Ne ten oynar, ne can oynar, meyâli-bîmeyâl oynar
Verâya perdeden söyler hurûfu, gece gündüz
Ne hurşitten menazildir ne encüm, ne hilaf oynar
Gör ol hengame-i ibret, ne yazmış levhine seyret
Çekil vahdet gözünden bak, eyâ gafil ne hal oynar
Dil ol bir nükteyi yarla, bu meydanı hakikatte
Bu bir resmi hayaldir, ehline amma kemal oynar
Ne ağla, başıan gülme, ne gör, görme, bilip, bilme
Ana-vi maderinden geç bu fasılda ne el oynar
Bu esrarı aref remzi, hayali perdeden geçmiş
Bulursa ehlini mana meali bin meâl oynar
Sana senden yakup şem-i görün Sacit hayal görme
Yıkıp perde-i darayı felek efser zeval oynar.
Türkiye’yi incelerken burada gerek Karagöz gerekse başkaca
dramatik gösterileri Türkiye’de din adamlarının nasıl karşılandıklarını
görelim. Bunun için en iyi kaynak fetvalardır. Müftüler güç soruların
şer-i yasalara, kanıtlara dayanarak, bunlardan kendisine sorulan olaya
uygun olanını bulup çıkarırlardı. İşte gerek gölge oyunu gerek çeşitli
taklitli seyirlik oyunlar için sorulan sorulara fetvalarda verilen
cevaplar gösteriyor ki Türkiye’de din adamları ancak belirli durumlarda
bu olaylara yasaklayıcı, kınayıcı bir tavır takınmışlardır. Daha çok
eğitim, din, adalet gibi saygı duyulması gereken kişi ve kurumların
alay konusu edildiği durumlarda bu oyunları hoş karşılamamışlardır,
yasaklama gerekçeleri bu kişilerin ve kurumların saygınlığını koruma
yolunda verilmiştir. İşte bunlardan bazı örnekler görelim. Önce
meddahlık için bir Ebussut fetvasını görelim. Dinleyenler kendilerini
meddahın öyküsüne öyle kaptırıyorlar ki namazı unutuyorlar:
Mesele: Kıssahan olan zeyd, Resulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)in ammi olan hazret-i Hamza’ya bazı kizbler isnad edip, “anın
asrında bir kafir padişahı-neüzü billahi te’laa-uluhhiyet da’vasın
eyleyip varidi” deyip, ol mel’unun ağzından-ne’üzübillah “ben Hamza’yı
âsi yarattım hikmetim böyledir, filan pehlivanı mutî yarattım o benim
cennetime dahil oldu” deyip, “hazret-i Hamza’nın Kasım ve Bedî olup iki
oğulları var idi” deyu birbirine hasım eyleyip, cenk ettirip, müstemi
olan bazı Bedî’a ve bazı Kâsım’a meyl edip birbirlerine bu’z ü adavet
eyleyip, mezhür zeydi istima ederlerken bazı ikindi namazın ve bazı
akşam namazın tek edip, ve bazı vatk-ı mekruhta namaz kılsalar vech-i
meşruh üzre cemiyyet eden Zeyde ve daimi varıp istima edenlere ne lazım
olur?
Elcevap:Hakim Zeydi ta’zir-i şedid ve habs-i medid ile iftiradan
men edip, idlâl ettiği ehl-i hevâ ve dalâl dahi tevbe ve istiğfar edip,
kendi hallerinde olmak lazımdır.
Ebussuut Efendi fetvaları arasında Karagöz ile ilgili üç fetvayı görelim. Bunlardan ilki şöyledir:
Mesele:Zeyd-i ekâbir meclisinde vâki olup gece ile hayâl-i zıll
dedikleri oynayıp, def’ine kâdir olmayıp ve kalkıp gidemeyip, igmâz-ı
ayn edip, sabah istiğfar eylese, şer’an nesne lazım olur mu?
Elcevap:Hitâbeti Hak te’âlâ hazreti azamet ve heybetin ol
ek’akibir dediği harir kulunun azamet ve heybetinden gâlip bilip ana
göre amel eder bir müslime verilmek lazımdır.
Ebussut fetvaları arasında bu yazıda belirtildiği gibi Karagöz oyununun öğrenek değerini belirtenler vardır. Nitekim:
Mesele:Hayâl-i zıll için bazı ehl-i basiret
(Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın
Limen huva fi ilmil-hakikatı râkı
Şuhusu ve eşbahun temerru ve tankadi
Vatefna serian vel-muhariku bakî.)
(Çeviri:Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda
büyük öğrenekler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip
geçiyor ve çabucak yok oluyor onları oynatan ise durucu kalıyor.)
demiştir.
Hem “mahal-i ibrettir” deyu buyurduğu vâki midir?
Elcevap:Vaki’dir, erbab-ı besâir-i selimiye ibret-i acibedir.
Öğretmen ve öğrencilik ilişkisinde saygınlık arandığı için
öğretmeni ve öğrenciyi alay için taklit edilmesini Şeyhülislam
Yenişehirli Abdullah Efendi bir fetvasında şöyle kınıyor:
Mesele:Müslim geçinen zeyd-i mukallid gece ile helva sohbetinde
taklid ederken başına sarık sarub ve mekteb hocası gibi eline bir çubuk
alub ve birkaç uşakları önüne oturtub malâya’ni türrehat söylemeyi
ta’lim edüb söylemeye kadir olmayanlarını falakaya koyub bunun emsali
masharalık ile istihza-i ilim edüb ve mecliste bulunan müslümanlar dahi
safalanub bilihtiyar dahkeyleseler zeyd’e ve ol müslümanlara ne lazım
olur?
Elcevap:Cümlesi kâfir olurlar, tecdid-i iman ve nikah ve tazîr lazım olur.
Din ve Kur’an okumakla taklit yoluyla alay edilişine karşı yine Abdullah Efendi şu fetvayı vermiştir:
Mesele:Zeydi müslüm mukallidlik ederken Kur’an-ı azimüşşandan nice
ayatı kerimeyi mizah vechi üzere okuyup ve namazı istihza ettikte ol
mecliste bulunan müslimin safalanıp ihtiyâren dahketseler zeyde ve ol
mecliste bulunan müslime ne lazım gelir?
Elcevap:Zeyde ve müslimine tecdidi iman ve nikah ve tâziri şedid.
Yalnız Müslümanlığı değil başka dinlerin ve din adamlarının da
taklit yoluyla alaya alınması hoş görülmemiştir. Nitekim bir kitapta
şöyle söyleniyor:
Bir kimse mecusî şapkasın giyse veyahut kenduyi yahudiylere teşbih
eylese veyahut nasranilere teşbih eylese, mizah târiki üzre veya latîfe
târiki üzre, kâfir olur.
Bunun gibi kadı, din adamı gibi saygın kişilerin de kendilerine
yakışmayacak taklitler yapması hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir fetva
şöyle söylüyor:
Mesele:Kuzzat taifesinden Zeyd, bazı kibar meclislerinde nâssı
taklid ve masharalık edüp ve hikayat-ı kâzibe nakletmek adeti olub
muskıt-i adalet olan bazı menahiden içtinabı olmassa Zeyd’e taklid-i
kaza caiz olur mu?
Elcevap:Olmaz
Yalnız din, öğretmenlik gibi konulara değil, adalet organlarına da
saygısızlık hoş karşılanmamıştır. Kadı ile davacıyı taklit eden bir
oyunu bir fetva şöyle anlatıyor:
Mesele:Zeyd’in ettiği düğün gecesinde cem’i olan müslimin, temaşa
için getürdikleri müslim lûubbazlar, bazı oyunlarda başlarına kâfir
şapkası giyüb oynayub ve bazı oyunlarda içlerinden birine büyük dülbend
giydürüb Kadı namında olub ve bazı Müddei namında olub, suhriye
tarikiyle dava ve hükümet suretinde mizah ile lûub-i ahara muntazır
olsalar şer’an ol lûubbazlara ve etrafında olub hazz-ı dahk edenlere ne
lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman ve nikah lazım. Vülat-ı emre meni ve zecirleri ve her mü’mine inkarı lazımdır ve vacibdir.
Şeyhülislam Yahya Efendi’nin bir fetvası bir mahallenin müezzininin oyunculuğa özenişi, maske takması için şunları yazıyor:
Mesele:Bir mahallenin müezzini olan Zeyd, eyyam-ı iydde salınacak
kurub papas takyesini başına geçirüb ve burnuna masnu kafir sureti
geçirüb papas şekline girüb halka oynayıverse Zeyd’e ne lazım olur?
Elcevap:Azil ve ta’zir ve tecdid-i iman ve nikah lazım olur.
Ancak bazen fetvalarda ille de böyle saygın kişiler, uğraşlar ya
da kurumlarla alay olmasa da taklidin hoş görülmediğine rastlıyoruz.
Nitekim İbn-i Kemal’in şu fetvası gibi:
Mesele:Bir müslüman başıan şapka giyüb kaftanın tersini giyüb oynasa şer’an ne lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman gerektir.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Din adamlarının görüşleri yalnız tiyatro
olayları karşısındaki davranışlarını göstermekle kalmıyor, ayrıca bize
çağlarının tiyatro olaylarını, bunların konularını da bildirmekle
aydınlatıcı, bilgi verici bir görevleri oluyor. Böylece bu oyunlarda
kılık değişikliği, maske ile kadı ile davacıyı, öğretmenle öğrenciyi,
din adamlarını taklit ettiklerini öğreniyoruz. Nitekim bu bize başka
ülkelerin oyunlarıyla karşılaştırmalar yapmakta da yardımcı oluyor.
Örneğin Türkistan’da da hekimle hastası, kadı ile davacı, öğretmenle
öğrenci gibisinden günlük yaşamdan alınmış oyunlar oynandığını
biliyoruz. Bizans’ın tiyatro yaşamı üzerine bilgiyi de yine din
adamlarının bu tür yasaklamalarında buluyoruz. Ancak bu fetvalardan
öğrendiğimize göre din adamlarının Türkiye’de tiyatro olayları
karşısındaki tutumu hiç de olumsuz sayılamaz. Çoğu kez yasaklamaların
din adamlarından çok toplumun ahlak koruyuculuğu, düzen bağının
gözetilmesi gibi gerekçelerle din dışı çevrelerden geldiğini biliyoruz.
Bu çevrelerin tutumu ise ayrı bir yazı konusu olabilir.
Metin And
Türk Dili Dergisi No:189 Haziran 1967
KARAGÖZ ELDEN GİDİYOR MU?
Yunanlı dostlarımız Paris’teki Milletlerarası Tiyatro Festivaline
bizim Karagöz ile gidiyorlarmış, giderler. Karagöz’e Yunan icadı
diyorlarmış, derler. Çünkü yemeyenin malını yerler.Kızmaya,söylenmeye
hiç hakkımız yok.
Karagöz bizim tapulu malımızdır ama kıymetini bildik mi, garp
dünyasında üç beş bilim adamından başkasına Karagöz’ün bizim malımız
olduğunu iyice anlatabildik mi? Hayır. O halde ne diye
dövünüyoruz?Yemeyenin malını yerler,malına sahip olmayanın elinden bir
punduna getirip tapusunu bile alırlar.
Ben bu işi biraz yakından bilirim de, onun için böyle
kötümserim.Karagöz’ün bizde can çekiştiği bir devirde, bundan on yıl
evvel Paris’te bulunuyordum.Büyük Türk dostu Gabriel ile birlikte Paris
Üniversitesinde Türk kültürüne dair bir konferans serisi tertip
ettiğimiz zaman, Karagöz mevzuu da bana düşmüştü.Tarihinden başlayarak
felsefesine kadar işlediğim bu mevzuu üç konferansa
sığdırdımdı.Memlekete dönünce de, o zamanlar Basın-Yayın Umum Müdürü
olan dostum Halim Alyot, büyük bir anlayış ve kadirşinaslık
göstererek,bu konferansları, renkli Karagöz tasvirleriyle birlikte,
hakikaten övünülecek bir baskı nefasetiyle neşretti.
Eserin Fransızcası çabucak tükendi.İsveçceye,Arap ve İbrani
dillerine tercüme edildi.Dünyanın her yerinden mektup üzerine mektup
yağdı.Meraklılar,tiyatro tarihine dair eser yazmak isteyenler,muhtelif
üniversitelerde doktora hazırlayanlar,amatör ve profesyonel tiyatro
teşekkülleri, ilânihaye, benden ve Basın-Yayından mütemadiyen kitap
istiyorlardı. Dostum Halim Alyot, eseri İngilizceye tercüme ettirerek
yeniden bastırdı ve her tarafa gönderdi.Ama binlerce nüsha çabucak
dağılıverdi ve tükendi.
Geçen yıl Rumenlerin daveti üzerine Bükreş’teki Milletlerarası
Kukla Tiyatroları Festivaline giderken, oradaki meraklılara dağıtmak
üzere birkaç nüshasını xxxxxüreyim, dedim. Bana kalmadı,yeniden
basacağız dediler.Ben de elimde kalmış bulunan son birkaç nüshayı
xxxxxürüp dağıttım.Fakat herkes istiyordu.Her memleketin kendi kukla
tiyatrosuna dair kucak dolusu kitap ve broşür dağıttığı bir festivalde:
-Efendim, biz bu Karagöz’ün tab’ını henüz yapamadık,buraya da
Karagöz oynatacak birini getiremedik demenin zorluğunu siz tasavvur
edin.
Yine geçen yıl, Belçika’nın Liege şehrinde, Bükreş’dekine benzer
bir kongre ve festival yapıldı.Karagöz’e dair bir konferans vermek
üzere davet edildim, fakat gidemedim.Bugünkü günde Belçika’ya gidip
gelmek kolay değil.Dışarıda memleket propagandasını düzenlemek
mevkiinde bulunanların nasıl çalıştıklarını, hangi plan ve programla iş
gördüklerini kimse bilmez. Hani öyle kimin neyi bildiğini, kimin nereye
ne işi için giderse muvaffak olacağını kestirebilen bir propaganda
teşkilatımız henüz kurulmamış ki, böyle fırsatlardan istifade edip
kültürümüzü dışarda ehil insanlarımızla tanıtalım.
Şu Karagöz misalinde de öyle olacaktır tabii.Biraz
telaşlanacağız,Paris’te kültür veya basın ataşesine telgraf
çekeceğiz.Aman, gözünü aç da Karagöz’ü Yunanlılara kaptırma
diyeceğiz.Ama ataşe ne yapsın?Karagöz hakkında ne bilir ki, gidip dert
anlatsın?Hem sonra, programı aylarca evvel hazırlanmış bir
Milletlerarası Tiyatro Festivalinde Yunanlı dostlarımızın Karagöz
oynatmasına nasıl ve ne hakla mani olabilir?
Biz dışarıdaki propagandamızı, içerde perde arkasında Karagöz
oynatarak tertipledikçe kültürümüzün tapulu mallarını birer ikişer
başkalarına kaptırmağa mahkumuz efendim.Bilmem anlatabildim mi?
YUNAN KARAGÖZÜ
Ne ten oynar, ne can oynar, meyâli-bîmeyâl oynar
Verâya perdeden söyler hurûfu, gece gündüz
Ne hurşitten menazildir ne encüm, ne hilaf oynar
Gör ol hengame-i ibret, ne yazmış levhine seyret
Çekil vahdet gözünden bak, eyâ gafil ne hal oynar
Dil ol bir nükteyi yarla, bu meydanı hakikatte
Bu bir resmi hayaldir, ehline amma kemal oynar
Ne ağla, başıan gülme, ne gör, görme, bilip, bilme
Ana-vi maderinden geç bu fasılda ne el oynar
Bu esrarı aref remzi, hayali perdeden geçmiş
Bulursa ehlini mana meali bin meâl oynar
Sana senden yakup şem-i görün Sacit hayal görme
Yıkıp perde-i darayı felek efser zeval oynar.
Türkiye’yi incelerken burada gerek Karagöz gerekse başkaca
dramatik gösterileri Türkiye’de din adamlarının nasıl karşılandıklarını
görelim. Bunun için en iyi kaynak fetvalardır. Müftüler güç soruların
şer-i yasalara, kanıtlara dayanarak, bunlardan kendisine sorulan olaya
uygun olanını bulup çıkarırlardı. İşte gerek gölge oyunu gerek çeşitli
taklitli seyirlik oyunlar için sorulan sorulara fetvalarda verilen
cevaplar gösteriyor ki Türkiye’de din adamları ancak belirli durumlarda
bu olaylara yasaklayıcı, kınayıcı bir tavır takınmışlardır. Daha çok
eğitim, din, adalet gibi saygı duyulması gereken kişi ve kurumların
alay konusu edildiği durumlarda bu oyunları hoş karşılamamışlardır,
yasaklama gerekçeleri bu kişilerin ve kurumların saygınlığını koruma
yolunda verilmiştir. İşte bunlardan bazı örnekler görelim. Önce
meddahlık için bir Ebussut fetvasını görelim. Dinleyenler kendilerini
meddahın öyküsüne öyle kaptırıyorlar ki namazı unutuyorlar:
Mesele: Kıssahan olan zeyd, Resulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)in ammi olan hazret-i Hamza’ya bazı kizbler isnad edip, “anın
asrında bir kafir padişahı-neüzü billahi te’laa-uluhhiyet da’vasın
eyleyip varidi” deyip, ol mel’unun ağzından-ne’üzübillah “ben Hamza’yı
âsi yarattım hikmetim böyledir, filan pehlivanı mutî yarattım o benim
cennetime dahil oldu” deyip, “hazret-i Hamza’nın Kasım ve Bedî olup iki
oğulları var idi” deyu birbirine hasım eyleyip, cenk ettirip, müstemi
olan bazı Bedî’a ve bazı Kâsım’a meyl edip birbirlerine bu’z ü adavet
eyleyip, mezhür zeydi istima ederlerken bazı ikindi namazın ve bazı
akşam namazın tek edip, ve bazı vatk-ı mekruhta namaz kılsalar vech-i
meşruh üzre cemiyyet eden Zeyde ve daimi varıp istima edenlere ne lazım
olur?
Elcevap:Hakim Zeydi ta’zir-i şedid ve habs-i medid ile iftiradan
men edip, idlâl ettiği ehl-i hevâ ve dalâl dahi tevbe ve istiğfar edip,
kendi hallerinde olmak lazımdır.
Ebussuut Efendi fetvaları arasında Karagöz ile ilgili üç fetvayı görelim. Bunlardan ilki şöyledir:
Mesele:Zeyd-i ekâbir meclisinde vâki olup gece ile hayâl-i zıll
dedikleri oynayıp, def’ine kâdir olmayıp ve kalkıp gidemeyip, igmâz-ı
ayn edip, sabah istiğfar eylese, şer’an nesne lazım olur mu?
Elcevap:Hitâbeti Hak te’âlâ hazreti azamet ve heybetin ol
ek’akibir dediği harir kulunun azamet ve heybetinden gâlip bilip ana
göre amel eder bir müslime verilmek lazımdır.
Ebussut fetvaları arasında bu yazıda belirtildiği gibi Karagöz oyununun öğrenek değerini belirtenler vardır. Nitekim:
Mesele:Hayâl-i zıll için bazı ehl-i basiret
(Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın
Limen huva fi ilmil-hakikatı râkı
Şuhusu ve eşbahun temerru ve tankadi
Vatefna serian vel-muhariku bakî.)
(Çeviri:Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda
büyük öğrenekler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip
geçiyor ve çabucak yok oluyor onları oynatan ise durucu kalıyor.)
demiştir.
Hem “mahal-i ibrettir” deyu buyurduğu vâki midir?
Elcevap:Vaki’dir, erbab-ı besâir-i selimiye ibret-i acibedir.
Öğretmen ve öğrencilik ilişkisinde saygınlık arandığı için
öğretmeni ve öğrenciyi alay için taklit edilmesini Şeyhülislam
Yenişehirli Abdullah Efendi bir fetvasında şöyle kınıyor:
Mesele:Müslim geçinen zeyd-i mukallid gece ile helva sohbetinde
taklid ederken başına sarık sarub ve mekteb hocası gibi eline bir çubuk
alub ve birkaç uşakları önüne oturtub malâya’ni türrehat söylemeyi
ta’lim edüb söylemeye kadir olmayanlarını falakaya koyub bunun emsali
masharalık ile istihza-i ilim edüb ve mecliste bulunan müslümanlar dahi
safalanub bilihtiyar dahkeyleseler zeyd’e ve ol müslümanlara ne lazım
olur?
Elcevap:Cümlesi kâfir olurlar, tecdid-i iman ve nikah ve tazîr lazım olur.
Din ve Kur’an okumakla taklit yoluyla alay edilişine karşı yine Abdullah Efendi şu fetvayı vermiştir:
Mesele:Zeydi müslüm mukallidlik ederken Kur’an-ı azimüşşandan nice
ayatı kerimeyi mizah vechi üzere okuyup ve namazı istihza ettikte ol
mecliste bulunan müslimin safalanıp ihtiyâren dahketseler zeyde ve ol
mecliste bulunan müslime ne lazım gelir?
Elcevap:Zeyde ve müslimine tecdidi iman ve nikah ve tâziri şedid.
Yalnız Müslümanlığı değil başka dinlerin ve din adamlarının da
taklit yoluyla alaya alınması hoş görülmemiştir. Nitekim bir kitapta
şöyle söyleniyor:
Bir kimse mecusî şapkasın giyse veyahut kenduyi yahudiylere teşbih
eylese veyahut nasranilere teşbih eylese, mizah târiki üzre veya latîfe
târiki üzre, kâfir olur.
Bunun gibi kadı, din adamı gibi saygın kişilerin de kendilerine
yakışmayacak taklitler yapması hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir fetva
şöyle söylüyor:
Mesele:Kuzzat taifesinden Zeyd, bazı kibar meclislerinde nâssı
taklid ve masharalık edüp ve hikayat-ı kâzibe nakletmek adeti olub
muskıt-i adalet olan bazı menahiden içtinabı olmassa Zeyd’e taklid-i
kaza caiz olur mu?
Elcevap:Olmaz
Yalnız din, öğretmenlik gibi konulara değil, adalet organlarına da
saygısızlık hoş karşılanmamıştır. Kadı ile davacıyı taklit eden bir
oyunu bir fetva şöyle anlatıyor:
Mesele:Zeyd’in ettiği düğün gecesinde cem’i olan müslimin, temaşa
için getürdikleri müslim lûubbazlar, bazı oyunlarda başlarına kâfir
şapkası giyüb oynayub ve bazı oyunlarda içlerinden birine büyük dülbend
giydürüb Kadı namında olub ve bazı Müddei namında olub, suhriye
tarikiyle dava ve hükümet suretinde mizah ile lûub-i ahara muntazır
olsalar şer’an ol lûubbazlara ve etrafında olub hazz-ı dahk edenlere ne
lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman ve nikah lazım. Vülat-ı emre meni ve zecirleri ve her mü’mine inkarı lazımdır ve vacibdir.
Şeyhülislam Yahya Efendi’nin bir fetvası bir mahallenin müezzininin oyunculuğa özenişi, maske takması için şunları yazıyor:
Mesele:Bir mahallenin müezzini olan Zeyd, eyyam-ı iydde salınacak
kurub papas takyesini başına geçirüb ve burnuna masnu kafir sureti
geçirüb papas şekline girüb halka oynayıverse Zeyd’e ne lazım olur?
Elcevap:Azil ve ta’zir ve tecdid-i iman ve nikah lazım olur.
Ancak bazen fetvalarda ille de böyle saygın kişiler, uğraşlar ya
da kurumlarla alay olmasa da taklidin hoş görülmediğine rastlıyoruz.
Nitekim İbn-i Kemal’in şu fetvası gibi:
Mesele:Bir müslüman başıan şapka giyüb kaftanın tersini giyüb oynasa şer’an ne lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman gerektir.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Din adamlarının görüşleri yalnız tiyatro
olayları karşısındaki davranışlarını göstermekle kalmıyor, ayrıca bize
çağlarının tiyatro olaylarını, bunların konularını da bildirmekle
aydınlatıcı, bilgi verici bir görevleri oluyor. Böylece bu oyunlarda
kılık değişikliği, maske ile kadı ile davacıyı, öğretmenle öğrenciyi,
din adamlarını taklit ettiklerini öğreniyoruz. Nitekim bu bize başka
ülkelerin oyunlarıyla karşılaştırmalar yapmakta da yardımcı oluyor.
Örneğin Türkistan’da da hekimle hastası, kadı ile davacı, öğretmenle
öğrenci gibisinden günlük yaşamdan alınmış oyunlar oynandığını
biliyoruz. Bizans’ın tiyatro yaşamı üzerine bilgiyi de yine din
adamlarının bu tür yasaklamalarında buluyoruz. Ancak bu fetvalardan
öğrendiğimize göre din adamlarının Türkiye’de tiyatro olayları
karşısındaki tutumu hiç de olumsuz sayılamaz. Çoğu kez yasaklamaların
din adamlarından çok toplumun ahlak koruyuculuğu, düzen bağının
gözetilmesi gibi gerekçelerle din dışı çevrelerden geldiğini biliyoruz.
Bu çevrelerin tutumu ise ayrı bir yazı konusu olabilir.
Metin And
Türk Dili Dergisi No:189 Haziran 1967
KARAGÖZ ELDEN GİDİYOR MU?
Yunanlı dostlarımız Paris’teki Milletlerarası Tiyatro Festivaline
bizim Karagöz ile gidiyorlarmış, giderler. Karagöz’e Yunan icadı
diyorlarmış, derler. Çünkü yemeyenin malını yerler.Kızmaya,söylenmeye
hiç hakkımız yok.
Karagöz bizim tapulu malımızdır ama kıymetini bildik mi, garp
dünyasında üç beş bilim adamından başkasına Karagöz’ün bizim malımız
olduğunu iyice anlatabildik mi? Hayır. O halde ne diye
dövünüyoruz?Yemeyenin malını yerler,malına sahip olmayanın elinden bir
punduna getirip tapusunu bile alırlar.
Ben bu işi biraz yakından bilirim de, onun için böyle
kötümserim.Karagöz’ün bizde can çekiştiği bir devirde, bundan on yıl
evvel Paris’te bulunuyordum.Büyük Türk dostu Gabriel ile birlikte Paris
Üniversitesinde Türk kültürüne dair bir konferans serisi tertip
ettiğimiz zaman, Karagöz mevzuu da bana düşmüştü.Tarihinden başlayarak
felsefesine kadar işlediğim bu mevzuu üç konferansa
sığdırdımdı.Memlekete dönünce de, o zamanlar Basın-Yayın Umum Müdürü
olan dostum Halim Alyot, büyük bir anlayış ve kadirşinaslık
göstererek,bu konferansları, renkli Karagöz tasvirleriyle birlikte,
hakikaten övünülecek bir baskı nefasetiyle neşretti.
Eserin Fransızcası çabucak tükendi.İsveçceye,Arap ve İbrani
dillerine tercüme edildi.Dünyanın her yerinden mektup üzerine mektup
yağdı.Meraklılar,tiyatro tarihine dair eser yazmak isteyenler,muhtelif
üniversitelerde doktora hazırlayanlar,amatör ve profesyonel tiyatro
teşekkülleri, ilânihaye, benden ve Basın-Yayından mütemadiyen kitap
istiyorlardı. Dostum Halim Alyot, eseri İngilizceye tercüme ettirerek
yeniden bastırdı ve her tarafa gönderdi.Ama binlerce nüsha çabucak
dağılıverdi ve tükendi.
Geçen yıl Rumenlerin daveti üzerine Bükreş’teki Milletlerarası
Kukla Tiyatroları Festivaline giderken, oradaki meraklılara dağıtmak
üzere birkaç nüshasını xxxxxüreyim, dedim. Bana kalmadı,yeniden
basacağız dediler.Ben de elimde kalmış bulunan son birkaç nüshayı
xxxxxürüp dağıttım.Fakat herkes istiyordu.Her memleketin kendi kukla
tiyatrosuna dair kucak dolusu kitap ve broşür dağıttığı bir festivalde:
-Efendim, biz bu Karagöz’ün tab’ını henüz yapamadık,buraya da
Karagöz oynatacak birini getiremedik demenin zorluğunu siz tasavvur
edin.
Yine geçen yıl, Belçika’nın Liege şehrinde, Bükreş’dekine benzer
bir kongre ve festival yapıldı.Karagöz’e dair bir konferans vermek
üzere davet edildim, fakat gidemedim.Bugünkü günde Belçika’ya gidip
gelmek kolay değil.Dışarıda memleket propagandasını düzenlemek
mevkiinde bulunanların nasıl çalıştıklarını, hangi plan ve programla iş
gördüklerini kimse bilmez. Hani öyle kimin neyi bildiğini, kimin nereye
ne işi için giderse muvaffak olacağını kestirebilen bir propaganda
teşkilatımız henüz kurulmamış ki, böyle fırsatlardan istifade edip
kültürümüzü dışarda ehil insanlarımızla tanıtalım.
Şu Karagöz misalinde de öyle olacaktır tabii.Biraz
telaşlanacağız,Paris’te kültür veya basın ataşesine telgraf
çekeceğiz.Aman, gözünü aç da Karagöz’ü Yunanlılara kaptırma
diyeceğiz.Ama ataşe ne yapsın?Karagöz hakkında ne bilir ki, gidip dert
anlatsın?Hem sonra, programı aylarca evvel hazırlanmış bir
Milletlerarası Tiyatro Festivalinde Yunanlı dostlarımızın Karagöz
oynatmasına nasıl ve ne hakla mani olabilir?
Biz dışarıdaki propagandamızı, içerde perde arkasında Karagöz
oynatarak tertipledikçe kültürümüzün tapulu mallarını birer ikişer
başkalarına kaptırmağa mahkumuz efendim.Bilmem anlatabildim mi?
YUNAN KARAGÖZÜ
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
Bizdekinin aksine Yunanistan’da bugün dahi bu sanat hayli
rağbettedir.Gerek Atina’da gerek diğer şehirlerde mesleğinin ehli
birçok Karagözcü bulunur ve bunlar mini mini tiyatrolarda ve bazen de
halk kahvelerinde sanatlarını icra ederler.
Fakat Karagöz, Yunanistan’a Türkiye’den gitmiştir.Bu Yunanlıların
da bildiği ve itiraf ettiği bir hakikattir.Nitekim Caimi adlı bir
Yunanlı müdekkikin 1935 de neşrettiği “Karagöz-Yahut hayal perdesinin
ruhunda Yunan komedisi” adlı Fransızca eserde bu hususta gayet
enteresan tafsilat vardır.Müellife göre Kalamata’lı bir Rum olan
Vrahalis, 1860 da İstanbul’dan kalkıp Pire’ye gelmiş ve gümrük
binasının karşısındaki kahvede ilk Karagöz perdesini kurmuştur.Bir
müddet sonra da Atina’ya gidip sanatına devam etmiştir.
Perdesini Yunanistan’da kuran Karagöz’ün bütün eşhası ve
repertuarı, başlangıçta bizimkilerin aynı olduğu halde, çok geçmeden,
Yunan sanatkarları hayal oyununu kendi cemiyetlerine intibak ettirmeye
başlamışlardır.Böylece zamanla eski tasvirler değişmiş, tipler
çoğalmış, repertuar zenginleşmiştir.Karagöz’le Hacıvat bile yalnız
isimlerini muhafaza edebilmişler, fakat şekil-şemail, kılık-kıyafet ve
bilhassa karakter bakımından bambaşka tipler olmuşlardır.Mesela Yunan
hayal perdesinin Karagözü gaga burunlu,tüysüz ve kamburcadır.Hacıvat
ise daima kılıktan kılığa girer.Bunlardan başka paşa,vezir,derbend
ağası gibi birkaç Türk tipi daha kalmıştır.Şunu da hemen söyleyelim ki
bu Türk tipleri arada bir sarakaya alınmalarına rağmen hiç de haysiyet
kırıcı vaziyetlere sokulmazlar, bilakis Türk vezir ve paşalarının
şahsında milletimize has kahramanlık, civanmertlik ve adalet
ehemmiyetle belirtilir.
Yunan Karagözcüleri bir asır içinde Karagözün teknik tarafını da
bir hayli değiştirmişlerdir.Perdeyi genişletmişler,tasvirlerin boyunu
bir metreye kadar çıkarmışlar,onları süratle ters-yüz edebilmek için
değneklerin sokulduğu delikleri kenara almışlar, dekor ve aksesuara
ehemmiyet vermişler ve böylece hayal perdesini sinema ile rekabet
edebilecek mükemmeliyete getirmişlerdir.
Asıl marifetleri, perdeye daima aktüaliteden alınma yeni tipler
sokmaları, repertuarlarını günün icaplarına göre sık sık tazelemeleri,
memleketin iç politikasını çok canlı bir şekilde hicvetmeleri olmuştur.
Şu halde, bugün artık bir Yunan Karagözünden bahsetmek, asla boş
bir iddia değildir.Gerçi kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Karagöz
Türkiye’den gelip bu memlekete yerleşmiştir, fakat bir asır içinde,
Yunan sanatkarlarının bu oyunu kendi memleketlerine intibak ettirmeleri
ve daima yenilik peşinde koşmaları sayesinde, Yunan Karagözü
bizimkinden bambaşka bir istikamette gelişme imkanlarına kavuşmuş ve
hayatiyatını muhafaza etmiştir.
Karagöz ise bizim icadımızdır ve bugün elimizde bunun böyle
olduğunu isbat eden çok eski vesikalar vardır.Bazıları ta 11. ve 12.
asırlara kadar giden bu sağlam vesikalar elde bulundukça kimse
Karagözün bizden tapusunu alamaz.Alamaz, ama bu oyunu kendine uydurmak
ve geliştirmek de her milletin hakkıdır.Eğer biz cetlerimizin derin bir
felsefe ve ince bir nükteye sardıkları bu güzel oyunu zamanla hor görüp
bir kenara atmışsak, bunun vebali sadece bize aittir.
O halde Yunanlılar Paris’teki Tiyatro Festivaline Karagözle
gidiyorlar diye boş yere öfkelenmeyelim de, şöyle külahımızı önümüze
koyup derin bir düşünceye dalalım.Belki böyle bir düşünce sonunda bizi
delaletten kurtaracak bir çare keşfederiz.Kimbilir?
KARAGÖZ NASIL DİRİLİR
Ta Katip Salih devrinden düne kadar tecrübesini yaptık ve nihayet
açıkça gördük ki, Karagöz’ü diriltmeye tek adamın gücü yetmez.
Dirilmese sanki ne olacak demeyin. Böyle düşündünüz mü, bugün Karagöz,
yarın dil, öbür gün tarih ve edebiyat, hâsılı milli kültür namına elde
ne varsa hepsi kayıplara karışır ve bizler de Dıral Dedenin düdüğü gibi
ortada kalırız. Başka memleketler, kültür dağarcıklarına bir yerine
dokuz düğüm vururlarken, bizim böylesine hovardalığa kalkmamızı ne
tarih, ne de yarınki Türkiye affeder.
Gerçi Karagözü diriltmek tek adamın harcı değildir, fakat hükümet
isterse bunu yapabilir. Nasıl mı yapar? Şöyle; Kesenin ağzını açarak,
geniş çapta bir Folklor Enstitüsü kurar. Bu Enstitünün türlü şubeleri
arasında bir de halk tiyatrosu branşı bulunur. Rolü eski orta oyunu ile
Karagözü tetkik etmek ve diriltmek olan bu şubenin başına işin tam
manasiyle ehli biri getirilir ve ona tam salahiyet verilir.
Bu adam-ki elinin altında orta oyunu ile Karagöze dair her nevi
vesika vardır-, şöyle etrafına bir göz atar, memlekette nükte ve icat
kabiliyeti ile tanınmış kim varsa hepsini bir toplantıya çağırır.Böyle
bir toplantıda eski Karagözcülerle birlikte mizah edebiyatının tanınmış
simaları, karikatüristler, bazı tiyatro rejisör ve sanatkarları,
bestekarlar, ressam ve dekoratörler bulunur.
Bugünün zevk ve anlayışına göre bu iki oyunda ne gibi yenilikler
lazımsa düşünülür, konuşulur. Mesela Karagözde perde mi genişletilecek,
tasvirlerin boyu mu uzatılacak, Küşteri meydanı dekorlarla mı
donatılacak, yeni tipler mi yaratılacak, yeni fasıllar mı düzülecek
ilh, birer birer ele alınır ve bir neticeye bağlanır. Keza temsillere
nasıl bir müzik girecek, ışık oyunları, gürültüler nasıl tertiplenecek
ilh, bunlar da aşağı yukarı tesbit edilir.
Bu iş tamamlandı mı, denemelere geçilir.Enstitünün emrinde, küçük
de olsa bir sahne bulunur.Mizahçılar yeni tipler yaratırlar,
karikatürcüler yeni tasvirler çizerler, bunlar deriden imal olunur,
rejisörler perdeyi donatırlar, ışıkları düzene sokarlar.Yeni fasıllar,
eskilerin ruhunu bilip de yaratma kabiliyetine sahip olanlar tarafından
kaleme alınır ve taklit yapmasını becerenler tarafından da oynatılır.
Denemelerde, bütün teferruat gayet sıkı bir sanat kontrolünden geçer.
Netice hoşa giderse ortak halkın takdirine arz edilir.
Bununla da iş bitmez. Enstitü durmamacasına bu mevzuu işleyerek her gün biraz daha kemâle vardırmaya çalışır.
Adam, işimiz yok da Karagözle mi uğraşacağız demek pek kolaydır.
Ama bilelim ki başka memleketler kendi Karagözleriyle böyle
uğraşıyorlar.işte Çekler! Kendi kukla oyunlarını modern bir sanat
seviyesine çıkarmak için Prag’da Üniversiteye bağlı bir Kukla Enstitüsü
kurmuşlar, harıl harıl çalışıyorlar.Profesörleri var, bu Enstitüde
kukla tarihi, kukla edebiyatı, kukla mizanseni okutuyor, deneme
sahnelerinde kukla oynatıyor, kukla filmleri çekiyor.Bu Enstitüde
yetişen gençler memleketin her yerinde kukla tiyatroları kurup iş
görüyor, sanat gösteriyorlar.
Bizde de Karagöz’ü başka türlü diriltmenin imkanı yoktur. Abesle
uğraşmayalım da, samimi isek, Türk kültürünün bu ancak zorla öldürülür
büyük eserini, devlet himmetiyle, yeniden elektrik ışığına kavuşturalım.
Prof.Sabri Esat Siyavuşgil Türk Folklor Araştırmaları dergisi No:119 Haziran 1959
rağbettedir.Gerek Atina’da gerek diğer şehirlerde mesleğinin ehli
birçok Karagözcü bulunur ve bunlar mini mini tiyatrolarda ve bazen de
halk kahvelerinde sanatlarını icra ederler.
Fakat Karagöz, Yunanistan’a Türkiye’den gitmiştir.Bu Yunanlıların
da bildiği ve itiraf ettiği bir hakikattir.Nitekim Caimi adlı bir
Yunanlı müdekkikin 1935 de neşrettiği “Karagöz-Yahut hayal perdesinin
ruhunda Yunan komedisi” adlı Fransızca eserde bu hususta gayet
enteresan tafsilat vardır.Müellife göre Kalamata’lı bir Rum olan
Vrahalis, 1860 da İstanbul’dan kalkıp Pire’ye gelmiş ve gümrük
binasının karşısındaki kahvede ilk Karagöz perdesini kurmuştur.Bir
müddet sonra da Atina’ya gidip sanatına devam etmiştir.
Perdesini Yunanistan’da kuran Karagöz’ün bütün eşhası ve
repertuarı, başlangıçta bizimkilerin aynı olduğu halde, çok geçmeden,
Yunan sanatkarları hayal oyununu kendi cemiyetlerine intibak ettirmeye
başlamışlardır.Böylece zamanla eski tasvirler değişmiş, tipler
çoğalmış, repertuar zenginleşmiştir.Karagöz’le Hacıvat bile yalnız
isimlerini muhafaza edebilmişler, fakat şekil-şemail, kılık-kıyafet ve
bilhassa karakter bakımından bambaşka tipler olmuşlardır.Mesela Yunan
hayal perdesinin Karagözü gaga burunlu,tüysüz ve kamburcadır.Hacıvat
ise daima kılıktan kılığa girer.Bunlardan başka paşa,vezir,derbend
ağası gibi birkaç Türk tipi daha kalmıştır.Şunu da hemen söyleyelim ki
bu Türk tipleri arada bir sarakaya alınmalarına rağmen hiç de haysiyet
kırıcı vaziyetlere sokulmazlar, bilakis Türk vezir ve paşalarının
şahsında milletimize has kahramanlık, civanmertlik ve adalet
ehemmiyetle belirtilir.
Yunan Karagözcüleri bir asır içinde Karagözün teknik tarafını da
bir hayli değiştirmişlerdir.Perdeyi genişletmişler,tasvirlerin boyunu
bir metreye kadar çıkarmışlar,onları süratle ters-yüz edebilmek için
değneklerin sokulduğu delikleri kenara almışlar, dekor ve aksesuara
ehemmiyet vermişler ve böylece hayal perdesini sinema ile rekabet
edebilecek mükemmeliyete getirmişlerdir.
Asıl marifetleri, perdeye daima aktüaliteden alınma yeni tipler
sokmaları, repertuarlarını günün icaplarına göre sık sık tazelemeleri,
memleketin iç politikasını çok canlı bir şekilde hicvetmeleri olmuştur.
Şu halde, bugün artık bir Yunan Karagözünden bahsetmek, asla boş
bir iddia değildir.Gerçi kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Karagöz
Türkiye’den gelip bu memlekete yerleşmiştir, fakat bir asır içinde,
Yunan sanatkarlarının bu oyunu kendi memleketlerine intibak ettirmeleri
ve daima yenilik peşinde koşmaları sayesinde, Yunan Karagözü
bizimkinden bambaşka bir istikamette gelişme imkanlarına kavuşmuş ve
hayatiyatını muhafaza etmiştir.
Karagöz ise bizim icadımızdır ve bugün elimizde bunun böyle
olduğunu isbat eden çok eski vesikalar vardır.Bazıları ta 11. ve 12.
asırlara kadar giden bu sağlam vesikalar elde bulundukça kimse
Karagözün bizden tapusunu alamaz.Alamaz, ama bu oyunu kendine uydurmak
ve geliştirmek de her milletin hakkıdır.Eğer biz cetlerimizin derin bir
felsefe ve ince bir nükteye sardıkları bu güzel oyunu zamanla hor görüp
bir kenara atmışsak, bunun vebali sadece bize aittir.
O halde Yunanlılar Paris’teki Tiyatro Festivaline Karagözle
gidiyorlar diye boş yere öfkelenmeyelim de, şöyle külahımızı önümüze
koyup derin bir düşünceye dalalım.Belki böyle bir düşünce sonunda bizi
delaletten kurtaracak bir çare keşfederiz.Kimbilir?
KARAGÖZ NASIL DİRİLİR
Ta Katip Salih devrinden düne kadar tecrübesini yaptık ve nihayet
açıkça gördük ki, Karagöz’ü diriltmeye tek adamın gücü yetmez.
Dirilmese sanki ne olacak demeyin. Böyle düşündünüz mü, bugün Karagöz,
yarın dil, öbür gün tarih ve edebiyat, hâsılı milli kültür namına elde
ne varsa hepsi kayıplara karışır ve bizler de Dıral Dedenin düdüğü gibi
ortada kalırız. Başka memleketler, kültür dağarcıklarına bir yerine
dokuz düğüm vururlarken, bizim böylesine hovardalığa kalkmamızı ne
tarih, ne de yarınki Türkiye affeder.
Gerçi Karagözü diriltmek tek adamın harcı değildir, fakat hükümet
isterse bunu yapabilir. Nasıl mı yapar? Şöyle; Kesenin ağzını açarak,
geniş çapta bir Folklor Enstitüsü kurar. Bu Enstitünün türlü şubeleri
arasında bir de halk tiyatrosu branşı bulunur. Rolü eski orta oyunu ile
Karagözü tetkik etmek ve diriltmek olan bu şubenin başına işin tam
manasiyle ehli biri getirilir ve ona tam salahiyet verilir.
Bu adam-ki elinin altında orta oyunu ile Karagöze dair her nevi
vesika vardır-, şöyle etrafına bir göz atar, memlekette nükte ve icat
kabiliyeti ile tanınmış kim varsa hepsini bir toplantıya çağırır.Böyle
bir toplantıda eski Karagözcülerle birlikte mizah edebiyatının tanınmış
simaları, karikatüristler, bazı tiyatro rejisör ve sanatkarları,
bestekarlar, ressam ve dekoratörler bulunur.
Bugünün zevk ve anlayışına göre bu iki oyunda ne gibi yenilikler
lazımsa düşünülür, konuşulur. Mesela Karagözde perde mi genişletilecek,
tasvirlerin boyu mu uzatılacak, Küşteri meydanı dekorlarla mı
donatılacak, yeni tipler mi yaratılacak, yeni fasıllar mı düzülecek
ilh, birer birer ele alınır ve bir neticeye bağlanır. Keza temsillere
nasıl bir müzik girecek, ışık oyunları, gürültüler nasıl tertiplenecek
ilh, bunlar da aşağı yukarı tesbit edilir.
Bu iş tamamlandı mı, denemelere geçilir.Enstitünün emrinde, küçük
de olsa bir sahne bulunur.Mizahçılar yeni tipler yaratırlar,
karikatürcüler yeni tasvirler çizerler, bunlar deriden imal olunur,
rejisörler perdeyi donatırlar, ışıkları düzene sokarlar.Yeni fasıllar,
eskilerin ruhunu bilip de yaratma kabiliyetine sahip olanlar tarafından
kaleme alınır ve taklit yapmasını becerenler tarafından da oynatılır.
Denemelerde, bütün teferruat gayet sıkı bir sanat kontrolünden geçer.
Netice hoşa giderse ortak halkın takdirine arz edilir.
Bununla da iş bitmez. Enstitü durmamacasına bu mevzuu işleyerek her gün biraz daha kemâle vardırmaya çalışır.
Adam, işimiz yok da Karagözle mi uğraşacağız demek pek kolaydır.
Ama bilelim ki başka memleketler kendi Karagözleriyle böyle
uğraşıyorlar.işte Çekler! Kendi kukla oyunlarını modern bir sanat
seviyesine çıkarmak için Prag’da Üniversiteye bağlı bir Kukla Enstitüsü
kurmuşlar, harıl harıl çalışıyorlar.Profesörleri var, bu Enstitüde
kukla tarihi, kukla edebiyatı, kukla mizanseni okutuyor, deneme
sahnelerinde kukla oynatıyor, kukla filmleri çekiyor.Bu Enstitüde
yetişen gençler memleketin her yerinde kukla tiyatroları kurup iş
görüyor, sanat gösteriyorlar.
Bizde de Karagöz’ü başka türlü diriltmenin imkanı yoktur. Abesle
uğraşmayalım da, samimi isek, Türk kültürünün bu ancak zorla öldürülür
büyük eserini, devlet himmetiyle, yeniden elektrik ışığına kavuşturalım.
Prof.Sabri Esat Siyavuşgil Türk Folklor Araştırmaları dergisi No:119 Haziran 1959
Geri: Hacivat İle Karagöz Tarihi
KARAGÖZ HALKIN SESİDİR
( Cumhuriyet gazetesi ropörtajı )
Emin Şenyer geleneksel gölge oyunumuzu güncelleştirerek yaşatmaya çalışıyor
Gözümüzde canlandıralım...Geçmiş zaman...Ramazan gecelerinde
sinemasız, tiyatrosuz halkın tek eğlencesinin Karagöz olduğu
dönemler... 'Göstermelik' nareke (kamıştan yapılmış bir çeşit düdük)
'zırıltısı' ve tef 'velvelesi'nden sonra Hacıvat, şarkısını söylüyor ve
kimbilir kaçıncı kez 'Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş
olsa, ah bana bir eğlence medet amannnn amannnn...' diye Karagöz'e
sesleniyor. Sonra gelsin ikilinin hırgürleri, taşlamaları; gelsin
gülmece, eğlenmece ve elbette düşünmece.
Mâlum zıt karakterlerdir Karagöz ile Hacıvat, tüm çatışmaları da
bunun üzerine kuruludur. Karagöz dobra, biraz patavatsız, okumamış,
halktan bir karakterdir. O yüzden de başı hep derde girer, yoksuldur,
işsizdir. Hacıvat ise okumuşluğundan aldığı cesaretle yabancı
sözcüklerle konuşmayı pek sever. Alınteriyle kazanmaz. Karagöz'ü
çalıştırarak sırtından geçinir. Düzenin adamıdır, eyyamcıdır.
Çatışmaları bir yerde halkın sistemle hesaplaşmasıdır da.
Doğu kültürlerine özgü bir sanat olan gölge oyunlarının ortaya
çıkışı hakkında bir çok rivayet vardır. Birine göre, eşinin ölümüyle
yıkılan Çin hükümdarı Wu'yu (MÖ 140-87) teselli etmek isteyen Şav Vong
adlı bir adamın, beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının
gölgesini ölen kadının hayâli diye sunmasıyla başlamıştır. Bir diğerine
göreyse, 4. ve 5. yüzyıllarda Hindistan'dan Java'ya, oradan da batıya
yayılmıştır.
Anadolu'ya nasıl geldi?
Gölge oyununun Türk toplumunda ne zaman başladığı da kesin olarak
bilinmiyor. Çinlilerden Moğollara, onlardan da Türklere, Türk
akınlarıyla da Batı'ya geçtiği düşünülüyor. Türk halk kültüründe
'Karagöz' biçiminde ne zaman ortaya çıktığına gelince; en yaygın görüş
Orhan Gazi döneminde (1324-1360) Bursa-Ulucami inşaatının demirci
ustası Kambur Balî Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil hacı
İvaz'ın (Hacıvat) nükteli atışmalarından doğduğunu savunuyor.
Bu ikiliyi dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakınca inşaat
yavaşlar. Öfkelenen padişah ikisini de idam ettirir -kimine göre de
Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hac yolunda ölmüştür-. Oyun daha
sonra kararından çok pişman olan padişahı teselli etmek için Şeyh
Küşterî'nin -günümüzde Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı
deniliyor- beyaz sarığından yaptığı bir perdede çarıklarıyla iki
kafadarı canlandırmasıyla ilden ile yayılır.
Prof.Dr. Metin And'a göre, gölge oyunu, 1517'de Mısır'ı fetheden
Yavuz Sultan Selim'in Memlük sultanı Tumanbay'ı Roda adasında asılışını
perdede canlandıran bir sanatçıyı, oğlu (Kanuni Sultan Süleyman)'ın da
görmesi için İstanbula'a getirmesiyle Anadolu'ya girer. Evliya
Çelebi'ye göre ise Efelioğlu Hacı Eyvad (Hacıvat), Selçuklular çağında
Mekke'den Bursa'ya gelip giden ve eşkiyalarca öldürülen Yorkça
Halil'dir. Karagöz ise Bizans tekfuru Konstantin'in seyisi, Edirneli
Kıptî Sofyozlu Balî çelebi'dir.
16. yüzyılda gölge oyununun Osmanlılarda başlıca eğlence
sanatlarından olduğunu gösteren Şeyhülislam Ebussuut'un (1490-1574)
gölge oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği
yolundaki fetvası gibi pek çok belge bulunuyor. 17. yüzyılda Evliya
Çelebi ve Naima'nın eserleriyle İstanbul'da bulunmuş Avrupalıların gezi
kitapları ramazan, düğün, doğum ve sünnet dolayısıyla saray, konak ve
kahvelerde Karagöz oynatıldığını doğruluyor.
19. yüzyıla gelince; 2. Mahmut, şehzadelerin sünnetinde onbir ayrı
yerde Karagöz oynattırmış. Karagözcülere ilk sansür ve ceza Abdülaziz
döneminde getirilirken, 2. Abdülhamit döneminde Karagözcüler Mızıkayı
Hümayun himayesine alınmış.
Bu dönemin karagözcülerinin kimisi tekkelerden (Şeyh Fehmi, Müştak
baba), medreseden (Darphaneli Hafız, Hafız Mehmet), Enderundan
(Enderunlu Hakkı ve Tevfik Efendi), katiplikten (Katip Salih),
cerrahlıktan (Cerrah Salih), çoğu da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah,
Çilingir Ohannes) gelmiş.
Günümüzde sayıları çok azalan (10-15 kişi) Karagöz ustalarından
olan Emin Şenyer -Hocasının verdiği mahlâs ile Hayâlî Saraç Emin- ise
bir ayakkabı ustası. Dünya Kukla Oyuncuları birliği Türkiye Milli
Merkezi (Union De La Marionetta-UNIMA) üyesi. Şenyer'in diğer
sanatçılardan farkı, Karagöz'ü günümüzde pek tercih edilmeyen asıl
şekliyle oynatması:
'Politik konulara girmeli'
"Gazetelerin, dergilerin, televizyonların olmadığı zamanlarda
karagözcüler köşe yazarlarımız gibi siyasi ve toplumsal olayları
yorumlar, kamuoyunun sesini duyururlarmış. Karagöz'ün aslı budur.
Osmanlı'nın son dönemlerinde bazı Karagözcülerin taşlamalarının çok
keskin bulunarak ağır cezalara çarptırılmalarıyla durum değişmiş ve
suya sabuna dokunmayan çocuk oyunları şekliyle gelenekselleştirilmiş.
Bugün ustaların çoğu Karagöz'ün politikayla ilgili olmaması gerektiğini
savunuyor. Ben öyle oynatmayı tercih etmiyorum.; Karagöz sadece çocuk
oyunu değildir; halkın sesidir de, yani gerektiğinde politik konulara
da girer, girmesi de gerekir."
Eskiden karakterleri yine tek seslendirirmiş ama bir ince saz
heyeti, bir kaç tane de yardımcının yer aldığı 8-10 kişilik
topluluklarla oynatılırmış Karagöz, Şimdiyse ekonomik nedenlerden bu
sayı iki kişiye düşmüş. Osmanlı imparatorluğu genişledikçe Rum, Çerkez,
Ermeni, Acem, Yahudi gibi tipler de zamanla perdedeki yerlerini
almışlar.
Şenyer, Karagöz'ün bugüne de pekala uyarlanabileceğini, hatta
yurtdışında da farklı etnik kökenlere sahip karakterlerin oyundaki
yerlerini alabileceğini söylüyor."Bu bir pop şarkıcısı, futbolcu,
politikacı olabilir. Shakespeare'e bir sözcük dahi ekleyemezsiniz,
Karagöz'e ise diyaloglar, tipler katılabilir. Karagöz son derece açık
bir tarz, Batı tiyatrosundan üstünlüğü de burada".
Başvurusu reddedilmiş
Karagöz tasvirleri özel işlenmiş yarı şeffaf derilerden yapılıyor.
Eskiden deve derisi kullanılırken artık büyük baş hayvan derileri
kullanılıyor ve eskiden kullanılan bitkilerden elde edilen kalıcı kök
boyalar yerine -Şenyer de bu yöntemle boyuyor- ecoline boyalar tercih
ediliyor. Tasvirler kalıpların üzerine konularak yapılıyor. Şenyer,
Metin And'ın Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı kitabındaki bir dipnotta
Atatürk Kitaplığında özgün kalıplar olduğunu öğrenmiş. Bu kalıplardan
yararlanmak için başvurmuş fakat başvurusu reddedilmiş.
"Karagöz sanatında en zor ulaşılabilen şeyler kalıplar. Bu yıl
elden bir dilekçe verdim, gelen cevap şöyle; 'Karagöz tasvir çizim
kalıplarının yazma eser niteliğinde olması, üzerinde tasnif ve envanter
çalışmaları yapılması nedeniyle 2936 sayılı kamu kurum ve kuruluşlarına
ait eserlerden faydalanma, usül ve esasları tüzüğü ve 5846 sayılı fikir
ve sanat eserleri yasası, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını
koruma yasası uyarınca kalıp çıkarılması uygun değildir. Dr. Ali Mazak-
Kütüphane ve Müzeler Müdürü'.
"500-600 tane kalıp olduğunu öğrendim ve anladığım kadarıyla
bunlar çok kötü durumda, o yüzden de göstermek dahi istemiyorlar.
Bunlar kültürümüzün ortak ürünüdür, hiç kimsenin malı değildir.
Karagöze yapılan bir yanlışlık söz konusudur. Kültür Bakanı'na,
Cumhurbaşkanı'na da yazacağım, avukat arkadaşlarıma danışarak ne
gerekirse yapacağım"
Karagöz kültürünün sonraki kuşaklara aktarılması, giderek
unutulmaması amacıyla internette bir site de hazırlayan Emin Şenyer,
sitesi aracılığıyla isteyen herkese tüm bildiklerini anlatmaya,
elindeki her türlü bilgiyi paylaşmaya hazır.
Ropörtajı yapan: Gamze Akdemir
3 Ağustos 2003 Cumhuriyet Gazetesi
KARAGÖZ OYNATIM VE FİGÜR SANATÇISI ORHAN KURT
Karagöz musikisi ile tasvirleri yapım ve oynatımına uzun yıllarını
vermiş değerli sanatçı ORHAN KURT’a bazı sorular yönelttik. Orhan Kurt
yüksek inşaat mühendisidir.Türk musikisinin başarılı bir
icracısıdır.Çalar ve söyler.Karagöz oyunlarına ve tasvirlerine
aşıktır.Biz sorduk o cevaplandırdı:
-Önce kısaca hayatınızı anlatırmısınız?
Orhan Kurt :1930 yılında İstanbul’da doğdum.İnşaat mühendisiyim.Evliyim, iki erkek çocuğum var.
-Karagöz oynatımına ve tasvir yapımına ne zaman ve nasıl başladınız?Ustanız kimdir?
Orhan Kurt:-Efendim, benim bu sanatla uğraşmaya başlamam iki
bölüme ayrılabilir. Rahmetli babam Ankara’da görevli iken büyük üstat
Hayalî Küçük Ali’yi çokça dinlemiş ve seyretmiştim.Bu büyük ustanın
Karagöz ve Hacıvat’a verdiği sesin çocuk kulağımda tesiri bugün dahi
silinmeyen tatlı bir iz bırakmıştı.O sesi taklit ederek Karagöz
muhavereleri yapmaya çalışırdım.Sonradan bu merakım uğraşıya
dönüştü.Karagöz oynatmakta ustam yoktur.Sistemli bir tetkik ve çalışma
ile kendimi yetiştirdim.
Boğaziçi Üniversitesinde, kolejlerde,okullarda ve daha bir çok
topluluklar önünde Karagöz oynattım.Tasvir yapımını ise Türk Folklor
Araştırmaları mecmuasının 303. sayısında yayınlanan, sayın Nail Tan’ın
Ragıp Tuğtekin ile yaptığı söyleşide de belirtildiği gibi Tuğtekin’den
öğrendim.
-Karagöz figürleri üzerinde ne gibi çalışmalarınız oldu?
Orhan Kurt :Bilindiği gibi bu figürler otantiktir.Milletimizin
malı olduğu kadar da eski bir tarihi vardır.Yüzlerce senedir Karagöz’e
emek veren sanatkarlar aynı zamanda bu figürleri geliştirmeye ve
güzelleştirmeye çalışmışlardır.Ben de bu yoldan hareket ederek
figürlerdeki etnoğrafik hataları, çizim bozukluklarını, espriyi
bozmadan eski örneklere göre düzeltmeye çalıştım.Bütün figürleri bir
tasnife ve sıralamaya tâbi tuttum.Ayrıca aynı hava ve anlayış içinde
120 kadar yeni figür çizdim, kestim ve hazırladım.Yeni yazdığımız
oyunlar için de yeni figürler çizmekteyim.Bugün elimde 300 ü aşkın bir
koleksiyonum var.Ayrıca Japonya, Almanya, İtalya müzelerinde ve
Avrupa’nın bir çok şehirlerinde, verdiğim koleksiyonlar teşhir ve
muhafaza olunmaktadır.Türk Gölge sanatını seven ve tetkik etmek isteyen
kimselerde ve kurumlarda 20-30 parçalık koleksiyonlarım, figürlerim
bulunmaktadır.
-Öğrenci yetiştiriyor musunuz?
Orhan Kurt :Evet. Özel olarak tasvir yapımını öğrettiğim ve bu gün
yetişmiş durumda olan dört öğrencim var. Ayrıca Kültür Bakanlığı Tasvir
Yapım ve Oynatım kursunda öğretim görevlisi olarak vazife
gördüm.Aralarında tasvir yapımını hakikaten becerebilecek olan 14
öğrenciye tasvir yapımını öğretmeye çalıştım. Başlangıçta çok cazip,
fakat aslında fevkalade güç olan tasvir yapımına bir başlangıç olan bu
kursların devamını ve önceki kursta başarı gösterebilenlerin eğitimine
devam edilmesini gönülden arzu etmekteyim.
-Karagöz sanatından başka uğraşlarınız var mı?
Orhan Kurt:-30 yıla yakın bir süre Türk Sanat Müziğini yurdumuzun
çeşitli yerlerinde ve sahnelerinde icra ettim.35 yıldır Tambur
çalarım.Bu enstrümanı bizzat yaparım. Bu becerime ait çalışmalarım
Osaka Etnoğrafya Müzesi tarafından filme alındı.Mûsikîyi Selanikli
Ahmet Bey’in talebesi olan rahmetli Şükrü Derya beyden öğrendim. Türk
güzel sanatlarından hat, resim,süsleme dalında da çalışmalarım var.
-Bu günkü çalışmalarınız hakkında bilgi verirmisiniz?
Orhan Kurt:-İki sene önce arkadaşım Sayın Taceddin Diker ile
kurduğumuz ekiple Almanya’da “Bochum Gölge Oyunları Festivali”nde büyük
başarı elde ettik. Türkiye’deki yabancı kültür merkezlerinde verdiğimiz
Karagöz temsilleri çok başarılı oldu.Uluslar arası Türk Folklor
Kongresinde oynattığımız Kanlı Nigar oyunu ve bu oyunda uyguladığımız
teknik, gerek bizi seyreden Türkologlarca ve gerek rahmetli üstat
Nurettin Sevin beyefendi tarafından çok beğenildi.Bu gün bir çok
yabancı ülkeden Karagöz temsilleri vermek üzere teklifler almaktayız.
Bu da Karagöz’ümüze kazandırmaya çalıştığımız ilgi, beğeni ve sanat
gücünü kabul ettirme çalışmalarımızda başarılı olmaya başladığımızı
göstermektedir.
-Karagöz figürleri ve oyunlarında yenilik yapılabilir mi?
Orhan Kurt:-Karagöz, Hacıvat ve diğer tasvirlerimiz üzerlerinde
yenilik düşünülemeyecek kadar kuvvetli ve son sözünü söylemiş
tiplerdir. Bizim tatbik ettiğimiz gibi Karagöz’ün dilini bu gün
anlaşılacak gibi düzenlemeli, eskiyi çok iyi tetkik ederek yeni oyunlar
yazmalıdır. Ancak Karagöz’ün yönteminin değiştirilmesine asla teşebbüs
edilmemelidir.
-Karagöz sanatının geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Orhan Kurt:-Sayıları tamamen tükenmekte olan Karagöz
sanatkarlarından günümüzde sanatlarını sürdürmeye çalışanlara, ilgili
bakanlıklar gerekli yardımı yapmalıdırlar. Karagöz oynatıcılığı,
usta-çırak yetiştirme durumundan kurtarılarak akademik bir öğrenim
şekline dönüştürülmelidir. Bu yüzden günümüzde Karagöz oynatıcısı
( Cumhuriyet gazetesi ropörtajı )
Emin Şenyer geleneksel gölge oyunumuzu güncelleştirerek yaşatmaya çalışıyor
Gözümüzde canlandıralım...Geçmiş zaman...Ramazan gecelerinde
sinemasız, tiyatrosuz halkın tek eğlencesinin Karagöz olduğu
dönemler... 'Göstermelik' nareke (kamıştan yapılmış bir çeşit düdük)
'zırıltısı' ve tef 'velvelesi'nden sonra Hacıvat, şarkısını söylüyor ve
kimbilir kaçıncı kez 'Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş
olsa, ah bana bir eğlence medet amannnn amannnn...' diye Karagöz'e
sesleniyor. Sonra gelsin ikilinin hırgürleri, taşlamaları; gelsin
gülmece, eğlenmece ve elbette düşünmece.
Mâlum zıt karakterlerdir Karagöz ile Hacıvat, tüm çatışmaları da
bunun üzerine kuruludur. Karagöz dobra, biraz patavatsız, okumamış,
halktan bir karakterdir. O yüzden de başı hep derde girer, yoksuldur,
işsizdir. Hacıvat ise okumuşluğundan aldığı cesaretle yabancı
sözcüklerle konuşmayı pek sever. Alınteriyle kazanmaz. Karagöz'ü
çalıştırarak sırtından geçinir. Düzenin adamıdır, eyyamcıdır.
Çatışmaları bir yerde halkın sistemle hesaplaşmasıdır da.
Doğu kültürlerine özgü bir sanat olan gölge oyunlarının ortaya
çıkışı hakkında bir çok rivayet vardır. Birine göre, eşinin ölümüyle
yıkılan Çin hükümdarı Wu'yu (MÖ 140-87) teselli etmek isteyen Şav Vong
adlı bir adamın, beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının
gölgesini ölen kadının hayâli diye sunmasıyla başlamıştır. Bir diğerine
göreyse, 4. ve 5. yüzyıllarda Hindistan'dan Java'ya, oradan da batıya
yayılmıştır.
Anadolu'ya nasıl geldi?
Gölge oyununun Türk toplumunda ne zaman başladığı da kesin olarak
bilinmiyor. Çinlilerden Moğollara, onlardan da Türklere, Türk
akınlarıyla da Batı'ya geçtiği düşünülüyor. Türk halk kültüründe
'Karagöz' biçiminde ne zaman ortaya çıktığına gelince; en yaygın görüş
Orhan Gazi döneminde (1324-1360) Bursa-Ulucami inşaatının demirci
ustası Kambur Balî Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil hacı
İvaz'ın (Hacıvat) nükteli atışmalarından doğduğunu savunuyor.
Bu ikiliyi dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakınca inşaat
yavaşlar. Öfkelenen padişah ikisini de idam ettirir -kimine göre de
Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hac yolunda ölmüştür-. Oyun daha
sonra kararından çok pişman olan padişahı teselli etmek için Şeyh
Küşterî'nin -günümüzde Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı
deniliyor- beyaz sarığından yaptığı bir perdede çarıklarıyla iki
kafadarı canlandırmasıyla ilden ile yayılır.
Prof.Dr. Metin And'a göre, gölge oyunu, 1517'de Mısır'ı fetheden
Yavuz Sultan Selim'in Memlük sultanı Tumanbay'ı Roda adasında asılışını
perdede canlandıran bir sanatçıyı, oğlu (Kanuni Sultan Süleyman)'ın da
görmesi için İstanbula'a getirmesiyle Anadolu'ya girer. Evliya
Çelebi'ye göre ise Efelioğlu Hacı Eyvad (Hacıvat), Selçuklular çağında
Mekke'den Bursa'ya gelip giden ve eşkiyalarca öldürülen Yorkça
Halil'dir. Karagöz ise Bizans tekfuru Konstantin'in seyisi, Edirneli
Kıptî Sofyozlu Balî çelebi'dir.
16. yüzyılda gölge oyununun Osmanlılarda başlıca eğlence
sanatlarından olduğunu gösteren Şeyhülislam Ebussuut'un (1490-1574)
gölge oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği
yolundaki fetvası gibi pek çok belge bulunuyor. 17. yüzyılda Evliya
Çelebi ve Naima'nın eserleriyle İstanbul'da bulunmuş Avrupalıların gezi
kitapları ramazan, düğün, doğum ve sünnet dolayısıyla saray, konak ve
kahvelerde Karagöz oynatıldığını doğruluyor.
19. yüzyıla gelince; 2. Mahmut, şehzadelerin sünnetinde onbir ayrı
yerde Karagöz oynattırmış. Karagözcülere ilk sansür ve ceza Abdülaziz
döneminde getirilirken, 2. Abdülhamit döneminde Karagözcüler Mızıkayı
Hümayun himayesine alınmış.
Bu dönemin karagözcülerinin kimisi tekkelerden (Şeyh Fehmi, Müştak
baba), medreseden (Darphaneli Hafız, Hafız Mehmet), Enderundan
(Enderunlu Hakkı ve Tevfik Efendi), katiplikten (Katip Salih),
cerrahlıktan (Cerrah Salih), çoğu da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah,
Çilingir Ohannes) gelmiş.
Günümüzde sayıları çok azalan (10-15 kişi) Karagöz ustalarından
olan Emin Şenyer -Hocasının verdiği mahlâs ile Hayâlî Saraç Emin- ise
bir ayakkabı ustası. Dünya Kukla Oyuncuları birliği Türkiye Milli
Merkezi (Union De La Marionetta-UNIMA) üyesi. Şenyer'in diğer
sanatçılardan farkı, Karagöz'ü günümüzde pek tercih edilmeyen asıl
şekliyle oynatması:
'Politik konulara girmeli'
"Gazetelerin, dergilerin, televizyonların olmadığı zamanlarda
karagözcüler köşe yazarlarımız gibi siyasi ve toplumsal olayları
yorumlar, kamuoyunun sesini duyururlarmış. Karagöz'ün aslı budur.
Osmanlı'nın son dönemlerinde bazı Karagözcülerin taşlamalarının çok
keskin bulunarak ağır cezalara çarptırılmalarıyla durum değişmiş ve
suya sabuna dokunmayan çocuk oyunları şekliyle gelenekselleştirilmiş.
Bugün ustaların çoğu Karagöz'ün politikayla ilgili olmaması gerektiğini
savunuyor. Ben öyle oynatmayı tercih etmiyorum.; Karagöz sadece çocuk
oyunu değildir; halkın sesidir de, yani gerektiğinde politik konulara
da girer, girmesi de gerekir."
Eskiden karakterleri yine tek seslendirirmiş ama bir ince saz
heyeti, bir kaç tane de yardımcının yer aldığı 8-10 kişilik
topluluklarla oynatılırmış Karagöz, Şimdiyse ekonomik nedenlerden bu
sayı iki kişiye düşmüş. Osmanlı imparatorluğu genişledikçe Rum, Çerkez,
Ermeni, Acem, Yahudi gibi tipler de zamanla perdedeki yerlerini
almışlar.
Şenyer, Karagöz'ün bugüne de pekala uyarlanabileceğini, hatta
yurtdışında da farklı etnik kökenlere sahip karakterlerin oyundaki
yerlerini alabileceğini söylüyor."Bu bir pop şarkıcısı, futbolcu,
politikacı olabilir. Shakespeare'e bir sözcük dahi ekleyemezsiniz,
Karagöz'e ise diyaloglar, tipler katılabilir. Karagöz son derece açık
bir tarz, Batı tiyatrosundan üstünlüğü de burada".
Başvurusu reddedilmiş
Karagöz tasvirleri özel işlenmiş yarı şeffaf derilerden yapılıyor.
Eskiden deve derisi kullanılırken artık büyük baş hayvan derileri
kullanılıyor ve eskiden kullanılan bitkilerden elde edilen kalıcı kök
boyalar yerine -Şenyer de bu yöntemle boyuyor- ecoline boyalar tercih
ediliyor. Tasvirler kalıpların üzerine konularak yapılıyor. Şenyer,
Metin And'ın Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı kitabındaki bir dipnotta
Atatürk Kitaplığında özgün kalıplar olduğunu öğrenmiş. Bu kalıplardan
yararlanmak için başvurmuş fakat başvurusu reddedilmiş.
"Karagöz sanatında en zor ulaşılabilen şeyler kalıplar. Bu yıl
elden bir dilekçe verdim, gelen cevap şöyle; 'Karagöz tasvir çizim
kalıplarının yazma eser niteliğinde olması, üzerinde tasnif ve envanter
çalışmaları yapılması nedeniyle 2936 sayılı kamu kurum ve kuruluşlarına
ait eserlerden faydalanma, usül ve esasları tüzüğü ve 5846 sayılı fikir
ve sanat eserleri yasası, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını
koruma yasası uyarınca kalıp çıkarılması uygun değildir. Dr. Ali Mazak-
Kütüphane ve Müzeler Müdürü'.
"500-600 tane kalıp olduğunu öğrendim ve anladığım kadarıyla
bunlar çok kötü durumda, o yüzden de göstermek dahi istemiyorlar.
Bunlar kültürümüzün ortak ürünüdür, hiç kimsenin malı değildir.
Karagöze yapılan bir yanlışlık söz konusudur. Kültür Bakanı'na,
Cumhurbaşkanı'na da yazacağım, avukat arkadaşlarıma danışarak ne
gerekirse yapacağım"
Karagöz kültürünün sonraki kuşaklara aktarılması, giderek
unutulmaması amacıyla internette bir site de hazırlayan Emin Şenyer,
sitesi aracılığıyla isteyen herkese tüm bildiklerini anlatmaya,
elindeki her türlü bilgiyi paylaşmaya hazır.
Ropörtajı yapan: Gamze Akdemir
3 Ağustos 2003 Cumhuriyet Gazetesi
KARAGÖZ OYNATIM VE FİGÜR SANATÇISI ORHAN KURT
Karagöz musikisi ile tasvirleri yapım ve oynatımına uzun yıllarını
vermiş değerli sanatçı ORHAN KURT’a bazı sorular yönelttik. Orhan Kurt
yüksek inşaat mühendisidir.Türk musikisinin başarılı bir
icracısıdır.Çalar ve söyler.Karagöz oyunlarına ve tasvirlerine
aşıktır.Biz sorduk o cevaplandırdı:
-Önce kısaca hayatınızı anlatırmısınız?
Orhan Kurt :1930 yılında İstanbul’da doğdum.İnşaat mühendisiyim.Evliyim, iki erkek çocuğum var.
-Karagöz oynatımına ve tasvir yapımına ne zaman ve nasıl başladınız?Ustanız kimdir?
Orhan Kurt:-Efendim, benim bu sanatla uğraşmaya başlamam iki
bölüme ayrılabilir. Rahmetli babam Ankara’da görevli iken büyük üstat
Hayalî Küçük Ali’yi çokça dinlemiş ve seyretmiştim.Bu büyük ustanın
Karagöz ve Hacıvat’a verdiği sesin çocuk kulağımda tesiri bugün dahi
silinmeyen tatlı bir iz bırakmıştı.O sesi taklit ederek Karagöz
muhavereleri yapmaya çalışırdım.Sonradan bu merakım uğraşıya
dönüştü.Karagöz oynatmakta ustam yoktur.Sistemli bir tetkik ve çalışma
ile kendimi yetiştirdim.
Boğaziçi Üniversitesinde, kolejlerde,okullarda ve daha bir çok
topluluklar önünde Karagöz oynattım.Tasvir yapımını ise Türk Folklor
Araştırmaları mecmuasının 303. sayısında yayınlanan, sayın Nail Tan’ın
Ragıp Tuğtekin ile yaptığı söyleşide de belirtildiği gibi Tuğtekin’den
öğrendim.
-Karagöz figürleri üzerinde ne gibi çalışmalarınız oldu?
Orhan Kurt :Bilindiği gibi bu figürler otantiktir.Milletimizin
malı olduğu kadar da eski bir tarihi vardır.Yüzlerce senedir Karagöz’e
emek veren sanatkarlar aynı zamanda bu figürleri geliştirmeye ve
güzelleştirmeye çalışmışlardır.Ben de bu yoldan hareket ederek
figürlerdeki etnoğrafik hataları, çizim bozukluklarını, espriyi
bozmadan eski örneklere göre düzeltmeye çalıştım.Bütün figürleri bir
tasnife ve sıralamaya tâbi tuttum.Ayrıca aynı hava ve anlayış içinde
120 kadar yeni figür çizdim, kestim ve hazırladım.Yeni yazdığımız
oyunlar için de yeni figürler çizmekteyim.Bugün elimde 300 ü aşkın bir
koleksiyonum var.Ayrıca Japonya, Almanya, İtalya müzelerinde ve
Avrupa’nın bir çok şehirlerinde, verdiğim koleksiyonlar teşhir ve
muhafaza olunmaktadır.Türk Gölge sanatını seven ve tetkik etmek isteyen
kimselerde ve kurumlarda 20-30 parçalık koleksiyonlarım, figürlerim
bulunmaktadır.
-Öğrenci yetiştiriyor musunuz?
Orhan Kurt :Evet. Özel olarak tasvir yapımını öğrettiğim ve bu gün
yetişmiş durumda olan dört öğrencim var. Ayrıca Kültür Bakanlığı Tasvir
Yapım ve Oynatım kursunda öğretim görevlisi olarak vazife
gördüm.Aralarında tasvir yapımını hakikaten becerebilecek olan 14
öğrenciye tasvir yapımını öğretmeye çalıştım. Başlangıçta çok cazip,
fakat aslında fevkalade güç olan tasvir yapımına bir başlangıç olan bu
kursların devamını ve önceki kursta başarı gösterebilenlerin eğitimine
devam edilmesini gönülden arzu etmekteyim.
-Karagöz sanatından başka uğraşlarınız var mı?
Orhan Kurt:-30 yıla yakın bir süre Türk Sanat Müziğini yurdumuzun
çeşitli yerlerinde ve sahnelerinde icra ettim.35 yıldır Tambur
çalarım.Bu enstrümanı bizzat yaparım. Bu becerime ait çalışmalarım
Osaka Etnoğrafya Müzesi tarafından filme alındı.Mûsikîyi Selanikli
Ahmet Bey’in talebesi olan rahmetli Şükrü Derya beyden öğrendim. Türk
güzel sanatlarından hat, resim,süsleme dalında da çalışmalarım var.
-Bu günkü çalışmalarınız hakkında bilgi verirmisiniz?
Orhan Kurt:-İki sene önce arkadaşım Sayın Taceddin Diker ile
kurduğumuz ekiple Almanya’da “Bochum Gölge Oyunları Festivali”nde büyük
başarı elde ettik. Türkiye’deki yabancı kültür merkezlerinde verdiğimiz
Karagöz temsilleri çok başarılı oldu.Uluslar arası Türk Folklor
Kongresinde oynattığımız Kanlı Nigar oyunu ve bu oyunda uyguladığımız
teknik, gerek bizi seyreden Türkologlarca ve gerek rahmetli üstat
Nurettin Sevin beyefendi tarafından çok beğenildi.Bu gün bir çok
yabancı ülkeden Karagöz temsilleri vermek üzere teklifler almaktayız.
Bu da Karagöz’ümüze kazandırmaya çalıştığımız ilgi, beğeni ve sanat
gücünü kabul ettirme çalışmalarımızda başarılı olmaya başladığımızı
göstermektedir.
-Karagöz figürleri ve oyunlarında yenilik yapılabilir mi?
Orhan Kurt:-Karagöz, Hacıvat ve diğer tasvirlerimiz üzerlerinde
yenilik düşünülemeyecek kadar kuvvetli ve son sözünü söylemiş
tiplerdir. Bizim tatbik ettiğimiz gibi Karagöz’ün dilini bu gün
anlaşılacak gibi düzenlemeli, eskiyi çok iyi tetkik ederek yeni oyunlar
yazmalıdır. Ancak Karagöz’ün yönteminin değiştirilmesine asla teşebbüs
edilmemelidir.
-Karagöz sanatının geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Orhan Kurt:-Sayıları tamamen tükenmekte olan Karagöz
sanatkarlarından günümüzde sanatlarını sürdürmeye çalışanlara, ilgili
bakanlıklar gerekli yardımı yapmalıdırlar. Karagöz oynatıcılığı,
usta-çırak yetiştirme durumundan kurtarılarak akademik bir öğrenim
şekline dönüştürülmelidir. Bu yüzden günümüzde Karagöz oynatıcısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz